Ona soracaklarımı düşünüp not alırken, gezindiğim konu çeşitliliği gözümü korkuttu. Bu sebeple akademisyen Uğur Batı ile buluştuğumuzda “Her şeyden önce kiminle konuştuğumu bilmem lazım, nesin, necisin, niye bu kadar fazla şey hakkında konuşulabiliyor seninle?” dedim, oradan başladı anlatmaya…
Güncel bazı şeyler hakkında sormak istediklerim var ama öncelikle; Nedir uzmanlığın, işin?
Kariyerime reklamcılıkla başladım. Akademi ile devam ettim. Marka yöneticiliği, danışmanlıklar yaptım. Köşe yazarlığı yapıyorum uzun yıllardır. Sonrasında kurumsal iletişim vardı. Aslında modern zamanın en önemli temsillerinden biridir interdisipliner olmak. Bir zamanlar analog düşünce vardı. Analog düşüncede tek boyutlu insanlar tek bir alanda derinlemesine uzmanlaşarak hayatlarını idame ettirebiliyorlardı. Bugün konuştuğumuz fütürizm hikayesinin temelinde, gelecek insan tanımında bir veya birden fazla alanı derinlemesine okuyabilen, uygulamalarını yapabilen, yaratıcılık seviyesi yüksek insanların söz konusu olduğu yeni bir dünyaya gidiyoruz. Karar bilimi dediğimiz bir saha var. Ben bugün televizyonda konuşuyorsam, yazıyorsam, karar disiplini çıktıları ile konuşuyorum.
Nedir karar bilimi? Nereden çıkıyor?
Karar bilimi bizim nörobilim veya sinir bilimi dediğimiz alanın beyin ile ilgili çıktılarını kullanarak insani bilimler üzerinden; yani sosyoloji, psikoloji, sosyal psikoloji, iletişim, dijital gibi sahaları birleştirerek yorum yapan bir disiplin. Temel çalışma alanım tamamen davranış bilimlerinin üzerine karar bilimi formasyonu. Yıllardır önemli mecralarda yazıyorum, senaryo çalışmalarım var, eğitimler veriyorum, sanatın birçok dalıyla ilgileniyorum. Metal heykeller yapıp, resim üzerine çalışıyorum. Ama bu yaptığım şeyleri bina ettiğim zeminde karar bilimi var.
Adalet inceldiği zulüm kalınlaştığı yerden kopar
Dağınıklığa sebep olmuyor mu bu? Hem kişisel hem de bilimsel manada…
Aksine! Mühendislik ve fen bilimleri çok önemli ama onun üzerinde insani bilimler tarafının da yükseldiğini görüyorsunuz. Çünkü yaratıcılığı buradan üretiyorsunuz. Bizim de bunu yakalayabilmemiz açısından insanların kendi çalışma alanlarını böyle melez bir şekilde birbiriyle birleştirilmesi gerekiyor. Bu yüzden benim gibi insanlar kıta Avrupa’sında daha rahat anlaşılabilir.
Peki Türkiye’de ?
İnsanların Türkiye’de temel beklentisi şu; kişi, tek bir alanda uzmanlaşıp derinlemesine o alan üzerine gitsin hatta bu işin sonucu bir marka yönetimi ise o alanda markalaşsın. Oysa bugün her şey kusursuz bir ağ ile birbirine bağlı. O bayıldığımız dizi filmlerin içinde de interdisipliner bir anlayış var. Beyni de, zamanı da, felsefeyi de, antropoloji de alıyor ve mükemmel bir kolajla bize sunuyor. Biz de o filmleri çok zeki buluyoruz, “Vay be nasıl da yapmışlar!” diyoruz ama diğer taraftan insanları değerlendirirken “Bu ne ya! Her alanı biliyor!” diyerek kategorize etmeye çalışıyoruz.
Biraz felsefi olacak ama; her şeyin bu kadar erişilebilir, bilginin bu kadar kolay elde edilebilir olduğu bir çağda insan neyi arıyor?
İçinde yaşadığımız kültür, gerçekten insan tabiatına uygun bir kültür değil. Dünya düzeninin tümünden bahsediyorum
Dünyaya hakim kültür dediğin şey ne, açabilir misin?
Yaşadığımız şey… Kapitalizm, paylaşım düzeni, şu anki adalet biçimi, savaşlar, tecessüs, zan, iftira, vs. Sabah kalkıp işe gittiğiniz o ritüelden başlayarak, tüketim biçimimiz, tüketim kültürünün kendisi, popüler kültür dediğimiz şey, yaşadığımız zamandaki o yoğun kortikal stres aslında insana ait bir sistem değil. İnsanın fabrika ayarlarına uygun değil. Şu an yaşadığımız düzen bu anlamda insanın tabiatına asla uygun değil.
Ki, düzeni de insan kurdu…
Bildiğinin bilincinde bir varlık olarak insanın geçmişine dönelim. Tahminlere göre 10’lu 20’li gruplar halinde yaşayan bir türden bahsediyoruz. Kaçarak hayatta kalmaya çalışıyorlar. Sürekli hareket ediyor. Bugüne bakalım; hayatını koşarak sürdüren bu canlı türü bugün, evde, okulda, sürekli oturuyor. Harekete programlı beden bunu yitirince de sorunlar başlıyor. Kimin beyni var? Hareket eden canlıların. En etkili öğrenme ortamları nasıl sağlanıyor? Hareket içindeyken! Bugün ezber bile yapıyorsak elinize kağıdı alıp sahilde yürüyüş yaparken tekrar ederseniz daha iyi öğrenirsiniz.
Adalet sistemine geçelim; ilk bahsettiğimiz insan. O bahsettiğimiz 20 kişilik gruptan biri çıkar da bütün ava sahip çıkar, etin budun yüzde doksan dokuzunu alırsa, kalan 19 kişi de ancak avın yüzde biriyle idare etmek zorunda kalırsa, bu sürdürülebilir bir düzen midir? Bugüne gelelim; dünyadaki gelir ve adalet sorunumuz yedi buçuk milyar insana yetecek kaynağın olmaması değil ki. Sorun bugün üretilen dünya servetinin yüzde 50’sinin 26 milyarder tarafından sahiplenilmiş olması. Dünyanın en zengin adamının kazancının yüzde birlik kısmıyla dünyanın en kötü sağlık hizmetini alan Etiyopya’nın sağlık problemleri çözülebiliyor. Demek ki gelir adaleti de yok. Dünya temelde bunun farkında ama bence dönülmez akşamın ufkunda olduğumuz için ne küresel iklim değişikliği konusunda geri dönebiliyor dünya, ne de savaşlar, yıkımlar konusunda... Bütün dünya olarak ezeni ezileni biliyoruz ama geri dönüşün yolunu bulamıyoruz. Çok sevdiğim bir söz var; “Adalet inceldiği, zulüm kalınlaştığı yerden kopar.” Şu an dünya büyük bir zulme uğramış durumda.
Kültürel zekâmızı değerlendirebilmeliyiz
O meşhur büyük resim bu kadar büyük ve karanlık olunca çaresizlik basıyor insanı. Ve şunu soruyorum “İş benden çıkmamış mı yani? Ben ne yapabilirim?”
Daha fazla Zeynep olsan… Daha fazla Zeynep gibi derinlikli düşünen, meselesi olan insan olsa... Dünyadaki yolculuğumuz zenginlik, mutluluk, başarı yolculuğu değil. Bence tek yolculuğumuz anlam arayışımız. Zeka dediğimiz şeyi IQ ile tanımlarız. Veri tutmak kapasitemizi belirler, daha iyi kararlar vermemizi sağlar. Bir de duygusal zeka dediğimiz EQ var; empati kültürü, sempati kültürü buradan gelişir. Bir de bunların ikisinin birleştiği bir nokta var ki çok az söz konusu ederiz; SQ, kültürel zeka. Yani kolektif bilinç haline gelmiş şekli. Bence bizim kolektif zekamız da, etnik ayrım yapmaksızın söylüyorum, Türkiye mozaiğini oluşturan her unsur için misafirperverlik, insanlık, paylaşım ile dolu. Aslında kültürel zekâmızda var olan şeyler. Bu kapasitenin Türkiye açısından değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Buradaki tek sıkıntı şu yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan çıkacak, sebep sonuç ilişkisini nasıl kuracağız? Eğitimi inşa etmeden böyle insanlar bulabiliyor musun? Maalesef bulamıyorsun. Ama o eğitimi inşa etmek için de yine de o insanı bulmak zorundasın.
Ben bunu soracaktım, bu bir süreç mi yoksa atılması gereken adımlar mı var?
Her ikisi de dünyanın bütün ülkeleri bu güçlükle karşı karşıya kalabiliyorlar Finlandiya da böyle Almanya da. Sürekli eğitim reformları ile kendini yenilemeye gayret ediyor. Herkes çalışıyor. Biz de çalışacağız ama liyakate önem vererek. Türkiye’nin bugün en büyük problemi net olarak söylüyorum liyakat problemidir.
ALGILAR, OLGULAR, YALANLAR, GERÇEKLER
Dünyayı kurtarmak mı kendini kurtarmak mı?
Teknik olarak kimsenin dünyayı kurtarmaya muktedir olduğuna inanamayız. İnsanın en önemli özelliği beynini, vicdanını kullanarak seçme, karar verebilme durumudur. Bence insanlar önce kendini kurtarır. O yüzden kurumsal eğitim süreçleri lafına da pek inanmam. Şirketimize çok sadık çalışanlar yaratacağız falan filan, öyle olmaz o iş! İnsanlar kendisi için gelişir, gelişen insandan kurumlar, aile ve devlet faydalanır. O yüzden onların adı bireysel eğitimdir.
Düşünün kimsenin sahip çıkmadığı dertlere sahip çıkıyoruz. Suriyelilere evimizi açtık. İnsani olarak çok büyük değer ama acaba bunu yaparken bu durumu aynı zamanda bir kültür aracı olarak kullanamaz mıydık? Mesela Avrupa’nın bize çok ihtiyaç duyduğu ilk dönemde dünyanın her yerinden sinemacı davet edip Türkiye’deki mültecileri ve buradaki misafirlik öykülerini yazacaksın deseydik. Kültür Bakanlığı önayak olsa ve buradan güzel hikâyeler çıkarsaydık. Dünyaya hikâyemizi bu yolla da anlatsaydık. Derinlik kazanır. Yaptığın işi iletişim değerine dönüştüremiyorsan bunun hiçbir anlamı yok. Milyonlarca insanı misafir et para harca, fakat Suriyeli çocukla el çırpan Danimarkalı polis kadar görünürlüğü yok. Bunu başarmak için özel çaba göstermek lâzım.
Danimarkalı polisin Suriyeli çocukla el çırpması kurgu değil miydi? Bu, insanlığa zarar vermez mi?
Danimarkalı yaptığında riyâkarlık, biz yaparsak gerçek. Bu insanlar burada. Gerçek bu, biz gerçeğiz. Bu arada el çırptıkları o küçük çocuğu da ailesi ile beraber sınır dışı ettiler bile zaten.
Algıyı olguyu gerçeği kurguyu hepsini konuşuyoruz. Peki neden hâlâ manipülasyona bu kadar açık bir haldeyiz?
Karar bilimi der ki; insanlar sonsuz derecede karmaşık ve ilginçtir ama çıktıları bir o kadar iptidai, basit olabilir! Kendimizi o kadar abartmayalım. Danimarkalı felsefeci Soren Kierkegaard’a ithaf edilen bir anektod vardır; bir gün çok eski bir kabarede gösteri sırasında kuliste yangın çıkar. Kabarenin emektar soytarısı etrafta koşa koşa insanları uyarır ‘Kaçın burada yangın var’ diye bağırır. Ama insanlar emektar soytarıya alışkındır ya, o bağırdıkça alkışlarlar, daha çok bağırır, daha çok alkışlarlar. Kierkegaard der ki “İşte dünyanın sonunu herhalde böyle göreceğiz” Her şeyin şaka ve kurgu olduğunu zanneden daha fazla alkışlayan insanların zavallılığı. Bence dünyada yaşadığımız durum bu.