26 Nisan 2024 Cuma / 17 Sevval 1445

Yeşilçam’ın esaslı oğlanı: Süleyman Turan

Öndeki yıldızların, hemen ardında durdu. Sahneyi güçlü abartıya kaçmayan oyunculuğuyla besledi. Yüzündeki sıcak, yer yer muzip, her şartta doğal tebessümü aslında gözünde parlayıp sönen bir ışıktı.

ZEYNEP TÜRKOĞLU14 Eylül 2019 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
Yeşilçam’ın esaslı oğlanı: Süleyman Turan

İstanbullu, Kadıköylü bir sanatçı. Evet, sanatçı. Aktör, senarist, yazar, çizer,  ressam… Süleyman Turan. 1936’da ‘merhaba’ dediği dünyaya 2019’da veda etti. 

60’lı yıllardan itibaren tanınmaya başladı. Esas oğlanın yanındaki esaslı dosttu. Bazen kahramanın yanında düşmana karşı hem aklı hem bileğiyle mücadele etti. Bazen de jönün aklını başına devşirmesi için esas kızla bir olup türlü oyun çevirdi. 

Öndeki yıldızların, hemen ardında durdu. Sahneyi güçlü abartıya kaçmayan oyunculuğuyla besledi. Yüzündeki sıcak, yer yer muzip, her şartta doğal tebessümü aslında gözünde parlayıp sönen bir ışıktı. Ödüllü bir oyuncuydu. Kore savaşına katılan bir gönüllü olması ise pek bilinmeyen bir başka özelliğiydi. 

Süleyman Turan, filmleri, ödülleri, yazıları, çizileri, tuvalleri ile bu dünyaya kendine has rengini bıraktı. Kadıköy’de dünyaya açtığı gözlerini, yine Kadıköy’de, geçirdiği kalp krizi sonrasında kapattı… Yolu, bahtı, rahmeti açık olsun…

BURALAR DUTLUK, ÇAMLAR DA YEŞİLKEN…

Melodram, komedi, korku, macera, din/maneviyat, tarih filmleri… Alt başlığı ne olursa olsun, Yeşilçam parantezine alındıktan sonra renkli, canlı, bazen biraz abartılı ama ille duygusallığı öne çıkaran seyirlikler canlanıyor hafızamızda. Bazen dudak bükülüp, hafiften küçümseyici tavır alınsa da, çağrıştırdıkları, oyuncuları, mekânları ile bir özlem kokusu taşıyor, öyle veya böyle.

Yeşilçam filmleri kimileri için gençlik, kimileri için çocukluk anısı demek aynı zamanda. Nesiller değiştikçe “Bunlar anılarımın bir parçası” diyenler de gidiyor. Kaç kişi vardır artık, Yeşilçam filmlerinin birinden bahsederken, “Ben bunu sinemada seyretmiştim!” diyen, diyebilecek olan? 

O filmlerin oyuncuları, çalışanları ve hatta seyredenleri de hatıraları ile birlikte, yeni gelenlere yer açarcasına, buralardan bir bir gidiyor. Dünyanın tabii seyri bu.

Yeşilçam’ın sinemalardaki yıllarına değil, televizyonlara taşındığı dönemlere denk gelenlerden biriyim. Tek kanal. Seçenek sınırlı filan değil, yok! O yüzden televizyonda karşınıza çıkan yüzler tercih değil de, daha çok içine doğduğunuz ülke veya aile gibi kaderiniz neredeyse. Öyle tanıyor, öyle benimsiyorsunuz. Üstelik erişim, etkileşim imkânı da yok bugünkü gibi. O yüzden onca benimsemeye rağmen bir o kadar uzak, bir o kadar dünyanın dışında, bir o kadar hayal âlemine aitler. O yüzden modern zamanların mitleridirler. O yüzden Göksel (Arsoy) daima yakışıklı, Cüneyt (Arkın) daima güçlü; O yüzden Ediz (Hun) daima romantik, Sadri (Alışık) en zor durumda bile kalender ve güleç; O yüzden Murat’ın (Soydan)saçı asla bozulmaz. 

Yine bu yüzden, Belgin (Doruk) hep küçük hanım, Fatma (Girik) bütün güzelliğiyle hafif tertip bitirim, Hülya (Koçyiğit) çocuksu, masum, Türkan (Şoray) geceden koyu saçlı, Filiz (Akın) şehirlidir. Başka türlü olamazlar. Hayallerimiz onları hep yukarıda, edindikleri o yerde tutar. Çünkü gerçekten yıldızdırlar ve yıldızlar, biz yerdeki fânilerden çok uzakta yaşarlar.

ESAS OĞLANLAR VE “ESASLI OĞLANLAR”

“Takım tutar gibi” diye bir deyim var ya… Bu sanki biraz Yeşilçam yıldızlarına hayranlık konusunda da böyle. Özellikle o dönemi sinema salonlarında geçirmiş olanlar için. Bir sebepten esas kızı ve esas oğlanı seçersin, sonra en büyük tahta onu oturtur, en gösterişli hayali tâcı da ona giydirirsin. Gerçi ben aynı anda ve şiddette Ayhan Işık’çı ve Sadri Alışık’çıyım. (Tamam, Sadri Alışık’ı biraz daha başka seviyor olabilirim…) 

İkinci rollere ilgi, bu öndeki yıldızların düşen gölgesi ile biraz daha geriden gelir. Eh, popüler olmak meselesi bugün olduğu gibi, dün de vardı. Güzellik, yakışıklılık, bugün olduğu dün de ölçülerden biriydi. 

ELİ HEM KALEM HEM DE FIRÇA TUTAN AKTÖR

1963 senesinde başlayan sinema oyunculuğu kariyerinin bir damarında tiyatro, bir başkasında karikatür çizerliği/ressamlık, bir diğerinde yazarlık/senaristlik vardı. İstanbul Üniversitesi İngiliz Filolojisi’ni üçüncü yılında bırakıp askere gitmişliği, gönüllü Kore Savaşı’na katılmışlığı, hatta orada da tiyatro sahnesine çıkmışlığı da vardı. Bütün çok yönlü sanat hayatını takibimizi kolaylaştıran temel unsur en nihayetinde yine de Yeşilçam’dı.

1972 yapımı “Güllü” ilk seyrettiğim midir bilemiyorum ama ilk hatırladığım filmidir Süleyman Turan’ın. En iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü aldığı filmlerinden bir tanesi. Film, geçirdiği kazadan sağ kurtulan adamı (Ediz Hun) evine götüren Karadenizli genç kızın (Türkan Şoray) hikâyesini anlatır. Köylü kız bir iyilik edip adama sağlığına kavuşuncaya kadar bakmıştır ama adam da bu esnada aslında hiç de farkında olmadan, yanlış anlaşılmasına sebep olacak sıcak karşılıklar verir. Nihayetinde hem kız hem de köyün geri kalanı “Bu adam kızla evlenmek istiyor” sonucuna varır. Düğün dernek yapılır. Ama sabahına genç adam, saf karısını ve köyü arkasında bırakarak şehre; doğal yaşamına(!)döner. Karadenizli Güllü de bohçayı sırtına, altı patları da beline takar; Ver elini İstanbul! İşte benim adamım da (Süleyman Turan) tam bu sırada girer köylü güzeli Güllü’nün ve dolayısıyla seyircinin ve daha da dolaylı olarak benim hayatıma. Gazetecidir. Hikâyeyi öğrenir, Güllü’ye yardım etmeye karar verir. 

YILDIZLAR, YALDIZLAR VE GERÇEKLER…

Gazeteci Faruk aslında filmin gerçek ve tek kahramanıdır. Ne baştan sona iyi, ne baştan sona kötüdür. Değerden, ahlaktan haberdar, ama günlük çıkarları için bunları esnetmeye açıktır. İyilik de yapar ama tamamen çıkarsız da değildir. Sevmeyi bilir, fakat bir genç kızın saflığını o da kullanır. Yaptıklarından sonra da kendi yüzünün karasından utanır. Gerçektir. İnsandır. 

Çocukluktan genç kızlığa doğru yürürken seyrettiğim bu filmde adamım elbette, zeki, becerikli, duygusu, aklı ve vicdanı arasında yoğrulup duran gazeteciydi. Sevdiğim, beğendiğim, hoşlandığım, gazeteci Faruk muydu, yoksa Süleyman Turan mıydı acaba?