18 Haziran'da sandık başına gidecek olan İran halkı 13. dönem cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oy kullanacak. İslam Devrimi'ni müteakip 1980 yılında ilk kez bu makama seçilen Ebu'l-Hasan Beni Sadr'dan sonra birçok kişi İran'ın seçilmiş en yüksek yöneticisi olarak görev yaptı. Beni Sadr'ın yurt dışına kaçmak zorunda kalmasından sonra Muhammed Ali Recai çok kısa bir süre görev yapmış, bir suikast sonucu öldürülmesinden sonra sırasıyla Ali Hameney, Haşimi Rafsancani, Muhammed Hatemi, Mahmud Ahmedinejad ve Hasan Ruhani halk tarafından, anayasanın "ülkenin ikinci adamı" olarak tanımladığı bu pozisyona seçilmişti.
Aslına bakılacak olursa "İslam Cumhuriyeti" tanımlaması ilk günden itibaren tartışmalıydı. İki kavram arasındaki ilişkinin nasıl tanımlanacağı konusunda ihtilaflar vardı. Bununla birlikte yeni anayasanın ekseni olan Velayet-i Fakih kavramının içinin nasıl doldurulacağı konusunda en üst isimler arasında bile bir uzlaşı yoktu. Bu durum yalnızca ilk Başbakan Mehdi Bazergan liderliğindeki Özgürlük Hareketi ya da sonraları "terör örgütüne" dönüşecek olan Mesut Recevi önderliğindeki Halkın Mücahitleri gibi farklı siyasi hareketler arasında değil, Humeyni gibi Devrim'in tartışmasız lideri ve teorisyeni için bile böyleydi. Nitekim İran'a döndükten sonra yönetim işini siyasetçilere bırakarak Kum'a yerleşmek istediyse de bunun ne anlama geldiğini bilen çevresindeki isimler tarafından sağlık sorunları öne sürülerek Tahran'da kalmaya ikna edildi.
Önce Beni Sadr, ardından daha az olsa da dikkat çekici seviyede olan Hameney ile Humeyni arasındaki yönetim tartışmaları, Humeyni'nin üzerinde oğlu Ahmed'in yadsınamaz etkisi gibi faktörler, yalnızca Humeyni ile cumhurbaşkanları arasında değil Humeyni'nin ardılı olması beklenen Ayetullah Muntazeri olayında da ciddi sorunlara yol açmıştı. Devrim Lideri Humeyni, Uzmanlar Meclisi tarafından seçilmiş resmî ardılı Muntazeri, Cumhurbaşkanı Hameney, Başbakan Musevi gibi çok sayıda üst düzey yetkilinin yanı sıra bunların etrafında kümelenen güç odaklarının gizli-açık rekabeti, Humeyni'nin, ardından da oğlu Ahmed'in ölümüyle Hameney-Rafsancani ikilisinin nihai zaferiyle sonuçlandı. İkili, Ahmed Humeyni'nin yardımıyla önce ardıllık, sonra da başbakanlık makamlarını kaldırarak yönetimde tek seslilik sağlamaya çalıştı ancak siyasetin kendi dinamikleri bir süre sonra ikisi arasında da ciddi ihtilafların meydana gelmesine neden oldu.
Çok daha genç ve din adamı olmayan Mahmud Ahmedinejad'ın 2005 yılında cumhurbaşkanı seçilmesiyle Hameney'in önceki iki cumhurbaşkanı ile yaşadığı sorunların ortadan kalkacağı düşünülüyordu. Neticede ne Rafsancani'nin etkinliğine ve tecrübesine ne de Hatemi'nin daha liberal sayılabilecek siyasi görüşlerine sahipti. Ancak işler beklenildiği gibi gitmedi ve özellikle ikinci döneminden itibaren Hameney ve etrafı ile İstihbarat Bakanı'nın azlinin tetiklediği ciddi bir anlaşmazlık yaşadı ve görev süresi biter bitmez de etrafındaki isimler tutuklandı, kendisinin sonraki dönemler için adaylığı Anayasayı Koruyucular Konseyi (AKK) tarafından reddedildi.
Diğer cumhurbaşkanlarının kaderini Hasan Ruhani'nin de paylaşması şaşırtıcı olmadı. Hatemi dönemindeki Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) komutanlarının muhtırasında ve öğrenci olaylarının sert şekilde bastırılmasında rol oynayan eski MGK Genel Sekreteri, cumhurbaşkanlığı adaylığı ile birlikte "ılımlı" mesajlar vermeye başladı. ABD ile imzalanan Kapsamlı Ortak Eylem Planı'nın (KOEP, Nükleer Anlaşma) İran halkından büyük destek görmesi, Ruhani'yi ciddi ölçüde umutlandırdı ve kamuoyu önünde Hameney'in sözlerine açıkça karşı çıkmaya başladı. Trump'ın seçilmesi ve KOEP'ten çıkması İran'ı dış politikada ne kadar zorladıysa Hasan Ruhani'nin içerideki planlarını da o denli suya düşürdü. Kötüleşen ekonomik şartlar ve ABD'ye güvendiği suçlamaları karşısında Ruhani tüm kredisini tüketti, küresel salgının yıkıcı etkileriyle birlikte "İran tarihinin en başarısız cumhurbaşkanı" unvanını elde etti.
1979'daki kitlesel devrim ve hemen ardından gerçekleştirdiği anayasa referandumu ile ciddi bir meşruiyet sağlayan yeni rejim, başta Cumhurbaşkanlığı olmak üzere ülkede düzenlenen seçimlere büyük önem verdi ve bunu "İslami demokrasi" örneği olarak sundu. Birkaç haftadan fazla sürmese de seçim süreçlerinde görece bir ifade özgürlüğü sağlanır ve normal zamanda matah olmayan figürlerin kamusal alanda boy göstermesine izin verilir. Yine işin dinî boyutu ihmal edilmez ve gerek ulema gerekse de devlet yetkilileri seçimlere katılımın "vacip-farz" olduğunu belirtir. Nitekim boykot çağrısı yapan kesimlerin kimi resmî ulema tarafından tekfir edilmesi bu bağlamda şaşırtıcı olmadı. Kısaca normal şartlar altında seçimlere katılımın mümkün mertebe yüksek olması, yönetimin temel hedeflerinden biridir ve bu oran genellikle bölge ülkeleri ya da Batılı ülkelerle kıyaslanarak İran halkının devletine ve yönetim sistemine ne kadar sahip çıktığının göstergesi olarak yorumlanır.
Özetlenen süreç çerçevesinde bu seçimlerde Ali Laricani gibi son kırk yıldır devletin en kritik ve hassas kurumlarının başında görev yapmış bir ismin adaylığının reddedilmesi, yine bazı yetkililerin "Seçimlere katılım endişemiz yok, yüzde 30'larda kalsa bile sorun olmaz," tarzında açıklamalar yapması dikkat çekiciydi. Zira reformcular, siyasi zirveden silineli çok olsa bile Rafsancani-Ruhani-Laricani çizgisinin İran siyasetinden tasfiye edilmesi farklı çağrışımlar yapıyor ve bu seçimlerin diğer beş seçimden farkının ne olduğu sorusunun sorulmasına neden oluyor. Bu bağlamda İran'da İslam Cumhuriyeti-İslam Devleti tartışmaları da akla geliyor. Cumhuriyet'in, İslami gelenekte yerinin olmadığını, maslahat icabı geçici süre için benimsenen bir yöntem olduğunu, halkın çoğunluğunun seçiminin Kur'an'da yerildiğini ileri süren çevrelere göre göstermelik de olsa seçimlerin bir kenara bırakılarak doğrudan ulemanın liderliğindeki İslam Devleti'nin kurulması gerekiyor. Her ne kadar Ayetullah Misbah Yezdi'nin hayatını kaybetmesi ile önemli bir savunucusunu kaybettiyse de bu görüşün muhafazakâr siyasetçiler içinde taraftarları olduğunu unutmamak gerekiyor.
Bununla birlikte seçim sürecindeki yoğun elemelerin ve neticesinde katılım oranının ciddi şekilde düşecek olmasının teorik/teolojik tartışmalardan daha somut gerekçelere dayandığını gösteren emareler de var. Bunların başında "Devrim'in ikinci aşaması" olarak tanımlanan döneme geçiş projeksiyonu yer alıyor. Seçimlerin favori adayı Yargı Erki Başkanı İbrahim Reisi'nin yalnızca sıradan bir cumhurbaşkanı olmayacağı, aksine Hameney'den sonra devrim lideri olmak üzere hazırlandığı İran'da epeydir konuşulan bir senaryo. Gerek Uzmanlar Meclisinden ve Parlamento üyelerinden kendisine yapılan aday olması çağrıları gerekse de bazı muhafazakâr adayların kendisinin aday olması hâlinde adaylıktan çekileceklerini açıklaması bu söylentileri destekliyor. Yine de Reisi'nin son ana kadar adaylığını açıklamaması Hameney'in onayını alamadığı söylentilerine neden olmuştu. Diğer bir senaryoya göre Hameney, kendisinden sonrası için Reisi'nin devrim liderliğini uygun görse de cumhurbaşkanlığı makamında yıpranmasını istemiyor. Gerek İran'ın içinde bulunduğu son derece zor sosyo-ekonomik şartlar gerekse de Reisi'nin siyasetçi tarafının zayıflığı ve kamuoyu önüne çıktığı birkaç günlük sürede bile birçok gaf yapması bu görüşü destekler nitelikte.
Son olarak Hameney'in 4 Haziran Cuma günü yaptığı konuşmada adaylıkların değerlendirilmesi sürecinde zulüm ve haksızlık yapıldığını söylemesi İran'daki siyasi çevrelerde heyecana yol açtıysa da AKK, aynı günün akşamı yaptığı bir açıklama ile sosyal medya üzerinden yayılan iddiaları kınayarak meseleyi geçiştirdi. Zaten beklentilerin aksine Hameney'in açıklamalarından sonra veto edilen bazı adayların onaylanması çok muhtemel değildi. Zira öncelikle veto işleminin, kendisinden habersiz gerçekleştirilmesi mümkün değildi. İkinci olarak ise katılımın düşmesi ve nüfuzlu siyasetçileri küstürme pahasına yapılan kapsamlı seçim mühendisliğinin son anda engellenmesi farklı sonuçlara yol açabilirdi. Dolayısıyla seçimler öngörüldüğü üzere düşük katılımlı ve sönük geçecek ve İbrahim Reisi'nin cumhurbaşkanlığı ile sonuçlanacak gibi görünüyor.
Karizmatik liderlikten, İran siyasetinde önemli bir yeri olan etkili hitabetten yoksun olmakla ve yine ülkenin en önemli sorun alanı olan ekonomi konusundaki zayıflığı ile eleştirilen ismin cumhurbaşkanı olması hâlinde zaten nüfuzlu konumlardaki isimlerle bir ekip oluşturacağı ve sonraki hedefine dönük hazırlıklara gireceği düşünülüyor. Reisi'nin beklendiği üzere seçimleri kazanması dış politikada çok büyük değişikliklere neden olmayacaktır. Ancak Humeyni'nin ölümünden sonra sahne dışına itilen Musevi Erdebili, Mir Hüseyin Musevi ya da Ayetullah Muntazeri gibi isimlerin konumuna 35 yıl sonra kimlerin düşeceği hususu, İran iç politikasındaki birçok gelişmede siyasi ya da ideolojik farklılıklardan daha belirleyici olacaktır.