ABD B. Elçisi Tom Barrack, aynı zamanda Amerikan Başkanı Trump'ın Suriye Özel Temsilcisi.
Barrack'ın büyük dedesi Beyrut'ta yaşayan bir Osmanlı vatandaşıydı. Sonra Amerika'ya gitmişler.
İşbu Tom (ya da, Thomas) Efendi, Ankara'da elçilik vazifesine başlayışının ilk zamanlarında, 'Batı'lı güçlerin, Birinci Dünya Savaşı sonunda Orta Doğu (yani o zamanki Osmanlı) topraklarının parçalanması yanlışlığının tekrarlanmaması ' ve de, 'İsrail'in parçalanmış bir Suriye görmek istemesinin de normal olduğunu' eleştiri havasında dile getirerek, TC kamuoyunun ağzına bir parmak bal sürüyordu.
Ama bu kişi 1-2 ay sonra, Suriye'yi parça-bölük etmek yönünde konuşmaya; 'Suriye'de, federasyon değil ama federasyonumsu bir yeni düzen kurulmalı' 'İslamcı cereyanlarının güçlendirilmemesinin esas alınması gerektiğini' söylemeye başladı; 1 asır önce yapılanları suçladığını unutarak...
*
Tom Barrack Efendi, geçen hafta Beyrut'a gidince, Lübnanlı bazı muhabirlerin sualleri karşısında hışımlandı ve 'Buradaki davranışlar kaotik ve hayvanî bir durum gösterdiğinde biz gideriz. Ne olup bittiğini öğrenmek istiyorsanız, biraz sessiz, nazik ve medenî olun; bu bölgede devamlı savaşlar oluyorsa sizin medeniyetsizliğinizden...' demek cüretini bile gösterdi; eski sempatik sözlerini yutarak...
*
Haydi bunları da geçelim... Barrack Efendi, 'PKK yok artık, YPG var ve YPG, IŞİD'le savaşımızda bizimle müttefik idi... Onları düşman olarak göremezsiniz...' mânalarına gelen sözler söyledi geçen hafta... (Halbuki, Amerikalı Pentagon yetkilileri yıllar önce açıkça, PKK'nın YGY'ye dönüşmesi şeklindeki isim değişikliğinin kendilerinin emriyle gerçekleştiğini itiraf etmişlerdi.)
Bu sözlerden de cüret alan ve mart başında Suriye lideri Ahmed Şara ile anlaşma masasına oturup, 'Suriye'nin bütünlüğünün korunması için, Suriye resmî güçleri içinde eriyip bütünleşecekleri'ne söz veren, YPG yetkilisi (ve de İstanbul Teknik Üniversitesi mezunu) Salih Müslim ise, 'Suriye'de kendi ellerindeki bölgede bağımsızlık ilânı'ndan bile dem vuruyor şimdi.
Arkasında da, gayet açık ki, Netenyahu...
Netenyahu geçen hafta, 'Suriye'ye niçin saldırdıkları'nı izah etmeye çalışırken, 'Ben saf değilim. Ben Suriye'de kime karşı mücadele verdiğimi biliyorum' diyerek işaret etmek istediği güç odağının neresi olduğunu, boşuna diplomatik dille açıklamıyordu.
Tablo bu...
Bir elinde, 'ABD'nin Türkiye Elçisi şapkası'; diğerinde, 'Suriye'de Özel Temsilci şapkası' olan ve istediği zaman, şapkalarını değiştiren Barrack Efendi, B. elçi olarak bulunduğu ülkenin en önemli güvenlik ve savunma konusuna dinamit koymak istiyor.
Diplomaside böyle bir durum kabul edilemez ve 'Persona non grata' (istenmeyen kişi) ilan edilerek ülke dışına çıkarılır. (Hatırlayalım, Fransa Devlet Başkanı General De Gaulle (Dö Goll) 1968'de, Kanada'ya resmî bir ziyarette bulunurken, orada Fransızca konuşan Qebec eyaletinin bağımsız olmasını isteyip, 'Yaşasın Hür Qebec!' dediğinde, Kanada Hükümeti, De Gaulle'ü, hemen 'Persona non grata...' ilan edip, 24 saat içinde Kanada'yı terk etmesini isteyip kovmuştu. ('Persona non grata', diplomat statüsünde olanlara, 'Artık burada can güvenliğinizden sorumlu değiliz' mânasını da taşır.)
*
Sen, burada hem büyükelçi olacaksın, hem de Türkiye'nin içeride söndürmeye çalıştığı fitne ateşini, sınırındaki Suriye'de ve -Filistin'deki Hitler taklitçisi- Netenyahu'yla birlikte alevlendirmeye çalışacaksın. Haddini bileceksin, 'Persona non Grata!'; anladın mı?
*
Bir diğer konu
Medrese, Dâr'ul-Fünun ve Üniversite...
29 Ağustos tarihli yazımın sonunda ' Yarım asrı bulan bir âşinalığımız ve gönül yakınlığımız olan İstanbul Üni. Rektörü Prof. Dr. Bülend Zülfikar Hoca'nın, İstanbul Üni. Rektörlüğü'ne getirilmesi üzerinden 2 sene geçmesine rağmen 'Hayırlı hizmetler' temennisi ziyaretine gidememiştim. 27 Ağustos Çarşamba sabahı bu ziyareti gerçekleştirebildim. O konuya da bir ayrı yazıda değinelim, inşallah...' demiştim, ama araya Yemen'deki son trajik gelişmeler de girince konu bugüne sarktı...
*
Önce, 'Üniversite' üzerine bir-kaç söz...
'Üniversite' kelimesi, Latin dillerinden bir terim. Çeşitli tarifler yapılmıştır, ama her birisinin, 'Üniversite' kurumlarının bugünkü yapısını açıklayacak netlikte olmadıkları ve 'galat-ı meşhur' olarak kullanıldığı anlaşılıyor.
Ama her halde 'Aklın yolu birdir...' şeklindeki sözünü, mantık kuralları içinde bu varlık âlemini akıl yoluyla anlamaya çalışmak çabalarının en yoğun şekilde temerküz ettiği eğitim ve öğretim kurumları denilebilir üniversite için.
Genel olarak, üniversite mefhumunun ilk örneklerinin 'akademia' olarak Antik Yunan ve Roma'da ve Mısır'da İskenderiye'de geliştiği kabul edilir.
Ama bugünkü mânada, en mükemmel üniversite örneğinin, Selçukluların ünlü bilge Başveziri Nizâm'ül-Mülk'ün Bağdat'ta kurdurduğu 'Nizâmiye Medreseleri' olduğu, bilim tarihi araştırmacılarının da kenarından teğet geçemedikleri bir vakıa olarak karşımızdadır.
*
İnsanoğlu, önce kendisini tanıyıp, sonra mükevvenatı mı; yoksa önce mükevvenatı tanıyıp sonra kendisini mi tanımalıdır? Bir kimse ne kadar bilgili ve zeki olursa olsun, kim olduğunu tanıyamadan, neyi savunduğunu nasıl idrak edecektir?
Bütün ilâhî mesajlarda, ilmin, 'İblis'in eline geçmesinin sonuçlarına bunun için de değinilmiyor mu? Bunun içindir ki, Mesnevî'deki 'pergel' mecâzında anlatılan, 'Pergel'in bir ayağını sâbit bir noktaya yerleştir, diğeriyle bütün dünyayı dolaş' tavsiyesi düşündürücüdür. Açıktır ki, insanın kendisini kaybetmemesi için, pergel'in bir ayağını sabit bir noktaya yerleştirmekten maksat, 'Tevhid' inancına bağlanmaktır; insanı yalnızca Yaratıcısı olan Allah'a kul olmaya çağıran 'Tevhîd' inancına...
*
Müslüman dünyasında, en üst ilim merkezlerinin geçmiş zamanlardaki karşılığı 'Medrese' idi.
Medrese, yani ders görülen mekân. Ders görülen mekânlarda da elbette ders verecek çapta müderris /muallimler (ilim öğretenler) ve verecek dersleri dinlemeye talip, talebeler.
Müslüman toplumlarda, Medreseler genel olarak şehirlerin büyük Mescid'lerinin etrafında kurulurdu.
'Mescid', yani 'secde olunan mekân.' (Yazık ki, çoğu yerlerde 'mescit' diye yazılıyor.) 'Mescid'lerin etrafında, kütübhâneler, şifahaneler, imaretler / (aşevleri), hamamlar... Yani kalbin ve beynin doyurulması, fakirlerin açlığının giderilmesi, hastaların tedavisi ve bedenlerin temizlenmesi, hep, insanı daha ileriye taşımaya yönelik...
Miladî, 700'lerin başında, Müslümanların, taa Kuzey Afrika'ya uzanıp, oradan İber Yarımadası'na (bugünkü İspanya'ya) geçerek orada 800 yıla yakın bir süre, Endülüs İslam Medeniyeti'ni kurmalarının ihtişamlı tarihi de, sonra yaşanan izmihlal de, ibretliktir.
Selçuklular zamanında, Rey, İsfehan, Tebriz, Erzurum, Konya, Divriği, Kayseri, Urfa, Mardin gibi şehirlerde, her büyük camiinin yanı başında medreseler başta olmak üzere, diğer sosyal kurumlar da sivriliyordu. Aynı durum Osmanlı döneminde de, Erzurum, Bursa, Edirne, Manisa, Amasya, Bosna, Belgrad, Selanik, Filibe, Şumnu, (Kırım'da) Akmescid, ve sonra İstanbul'da Fatih Camii etrafında Sahn-ı Seman Medreseleri, Süleymaniye Camii ile Edirnekapı'daki Mihr-i Mâh Sultan Camilerinin ve Topkapı'da Gazi Ahmed Paşa Camii etrafındaki külliyeler, medreseler... Tunus'ta, Kayrevan ve Zeytûne medreseleri...
*
Osmanlı'nın son 200 yılında ise... İçinde yaşanılan dünyadaki gelişmelerin iyi takip edilememesinin etkileri artık Müslüman toplumunda bir gevşemeyi de beraberinde getirmiştir. Hattâ o kadar ki, Ziyâ Paşa'nın deyimiyle, 'İslam imiş, devlet'e, pâ-bend-i terakki (ilerlemeyi engelleyen ayak bağı) ; 'Evvel yoğ idi, işbu rivayet yeni çıktı...' noktasına gelinir.
Sonrası Tanzimat kafası, Meşrutiyet arayışları. Derken, 'Meşrutiyet isteriz.' diyenlere karşı , 'Biz Meşrutiyet değil, Meşruiyyet, (dinimizin, şeriatimizin temel kurallarına göre bir dünya) istiyoruz.' diyemeyişlerin acı faturaları...
Ve bugüne geldik. Rahmetli Necib Fâzıl'ın müthiş çarpıcı mısraiyle, 'Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu...'
Öyle ki, bugün İstanbul Üniversitesi'nin ana giriş kapısı üzerindeki Osmanlıca metni bile, -dünyada emsali görülmeyecek derecede bir traji-komik durum olarak- öğrencilerin büyük bir kısmı, yazık ki okuyamıyor...
Kur'ân okumayı bilenler, asıl büyük yazının iki tarafında yer alan, Fetih Sûresi'nden, ('Biz sana, doğrusu, ap-açık bir fetih ihsan ettik.' 'İnnâ fetehnâ leke fethen mubinâ' âyetini okuyabiliyorlar. Ama ortadaki büyük yazıdaki Osmanlıca ibareyi, 'Daire-i Umûr-ı Askeriyye' (Askerlik İşleri Dairesi) yazılı, 'Osmanlıca alfabesi'yle yazılı tabelâyı bile, hayır...
Evet burası Osmanlı'nın son dönemlerinde 'Harbiye Nezareti' idi. Yani, 'Harb / Savaş İşleri Bakanlığı...' (Şimdi, Amerikan Başkanı Trump, 'Savunma Bakanlığı ne demek? İnisiyatif sahibi ve aktif olacağız ve bu Bakanlığın adı, Savaş Bakanlığı olacak...' diyor ya... İşte öyle...)
Geçen hafta, İstanbul Üni. Rektörü Prof. Dr. Bülend Zülfikar Hoca'yı, her ikisi de Prof. olan iki akademisyen (Murad Kayacan ve kardeşim Mecid) ile birlikte ziyaret ettiğimizi, ziyaret ettiğimiz bir not olarak 29 Ağustos tarihli yazıda kısaca değinmiştim.
Bir saat kadar süren görüşmemizde Zülfikar Hoca, Rektörlük bölümündeki bölümleri gezdirip bilgi verirken, yakın tarihle temasa geçiyor gibi olduk. Rektör'ün makamındaki çalışma masası da, 115 yıl öncelerde, Başkomutan olan Padişah adına, -Saray'ın damadı olması'- hasebiyle, Osmanlı Orduları Başkomutan Vekili de olan Harbiye Nâzırı Enver Paşa'nın masasıymış.
*
Evet, 1973'de İstanbul Hukuk'tan mezun olduktan sonra, Rektörlük bölümüne hiç gitmemiştim. Aradan 50 yılı aşkın bir zaman geçtikten sonra, gezip gördüğüm bu mekâna, Bülend Hoca'nın elinin değdiği anlaşılıyordu.
Rektörlük bölümünde bizi gezdirdi, Üniversite senatosunun ve diğer toplantıların yapıldığı büyük salona giriş kapısı önünde, kocaman bir yağlı boya tablo yer alıyordu. Bu tabloda, Fatih Sultan Mehmed, dönemin seçkin ulemâsıyla birlikte resmedilmişti.
Bazı duvarlarda da, tefekkür ve ilmin önemini yansıtan hat san'atından örnekler...
İleride, Üniversite ve çevresinin yeniden ve nasıl tanzim edilmesi gerektiğini tasarlayan bir maket vardı. İstanbul Üniversitesi'nin merkez binaları ve çevresi, hattâ bütün o bölgenin, Üniversite ve ona bağlı yüksekokulların ve idarî birimlerinin toplandığı bir mekân olarak düzenlenmesi planlanıyormuş.
1 saat kadar süren görüşmede Bülend Hoca, geçmişten gelen bazı düğümlerin çözülmesi ve geleceğe daha sağlıklı planlarla yol alınması konusunda ümit verici, çok faydalı bilgiler lûtfetti.
Elbette, engelleme çabaları da her zaman olacaktı.
Kendisine teşekkürlerle ve hayırlı hizmetlerini devamı temennilerimizi ifade ederek ayrıldık...
*