Uzun yıllardır hasretini çektiğimiz cümleler nihayet sadır olmaya başladı. Dertliler bilir ki bizimçün yaşamak, her şeyden evvel "çocuklar aşkına savaşmaktır."
Bu savaş, silahla değil, korumayla, kuşatmayla, ihya ile yürütülür. Makam, statü, imza değil, kalbin en merkezindeki tekillik olarak adalet ile yürür.
Adalet, yalnızca mahkeme kürsüsünde tecelli eden bir prosedür değil, merhametin eliyle, hikmetin diliyle aileye yaklaşmaktır. Ancak bu yaklaşım hâlâ eksiktir.
Çünkü hâlâ aileyi konuşurken, kadrajımıza ister istemez "mahkeme, kanun, zaptiye" giriyor.
Madem "Aile Yılı" ilan edildi, o hâlde aileyi organiğine, otantiğine, fıtratına, hakikatine uygun şekilde konuşmak zorundayız.
Mevzuat, cinayet, nafaka, şiddet, ihanet gibi kelimeler aile lügatinden çıkmalıdır. Aile mevzuattan çok daha fazlasıdır.
Hz. Âdem ile Havva'dan bu yana aile, Allah'ın yeryüzüne koyduğu ilk cemiyettir. Onun korunması, kanunla olamaz, imanın omuz vermesiyle mümkündür.
Bir çocuğun tebessümünde mahkeme kararı aranmaz.
Bir annenin gözyaşında tutanak tutulmaz.
Bir babanın omuzlarında yönetmelik numarası yazmaz.
Aile, "hak" esmasının bir tecellisidir. Ancak bu hukuk, mahkeme salonunun soğuk duvarlarından ziyade anne duasının sıcak dilinde yaşar.
Modern hukuk, aileye dokunabilir ama onu inşa edemez. Çünkü aile, gönül hukukuyla ayakta durur.
Bugün ise tablo başka... Yargıtay'ın geçtiğimiz günlerde verdiği "evi terk etmek boşanmada tam kusur sayılır" kararı, aslında bir hakikati yüzümüze çarpıyor.
Hukuk, aileyi kurtarmak için değil, bitirmek için işletildiğinde sonuç "tam kusur" tescili oluyor. Bu karar, evini terk eden eşe "geri dön" çağrısı yapmıyor. Aksine onu boşanma sürecinin en ağır kusurlusu ilan ediyor.
Bir nikâhın, bir yuvanın, bir çocuğun geleceği; dosya numaralarının arasında böylece kapanıyor.
Adalet Bakanı Yılmaz Tunç'un "Aile arabuluculuğu çok faydalı olacak" açıklaması ise doğru yönde bir adım olarak takdiri hak ediyor.
Fakat arabuluculuk, eğer avukatların elinde olursa yine aynı menfaat zincirinin halkası olur.
Bizim arzuladığımız, avukatlardan tamamen bağımsız, sosyologların, hocaların, müftülerin, yaşlıların, kanaat önderlerinin, hatta emekli hâkim ve savcıların yer aldığı bir arabuluculuk müessesesidir.
Aile meselesi, hukukun konusu olmadan önce ahlâkın, merhametin, vicdanın konusudur.
Fakat bugün mahkeme salonlarında, avukatların ellerinde bir oyuncak, bir silah haline gelmiş durumda. Hukukun üç kademesi -hâkim, savcı, mahkeme- aileyi kurtarmaya hizmet etmiyorsa, hiçbir değeri yoktur.
Ama bu sürecin içinde menfaat bağı olan avukatlar asla ama asla olmamalı.
Geçim kaynağı bu davalar olan hiçbir kişi, aileyi kurtarma makamında olamaz. Bu işin ehli, geçim derdini bu dosyalardan kazanmayan, niyeti sadece ıslah ve ihya olan kişiler olmalı.
Müslüman âlimler, kanaat önderleri, devlet erkânı bu işe el atmalı. Cumhurbaşkanı bile geçmişte bazı çiftleri bizzat devreye girerek barıştırmıştı. Sinan Akçıl bunun örneğidir.
O tavrı, valilerden kaymakamlara, müftülerden mahalle imamlarına kadar herkes örnek almalı.
Artık her gün şu sorunun cevabını verebilmeliyiz:
"Hangi aileyi yıkılmaktan kurtardın?"
"Hangi çocuğu kötü yola düşmekten korudun?"
Eğer bunu yapmazsak, sokaktaki yangın eninde sonunda bizim eve de sıçrar.
Gelin, aileyi tekrar mahrem iklimine döndürelim.
Onu siyasetin, iştahlı avukatların, ideolojinin, modanın ve tüketim kültürünün elinden çekip alalım.
Onu anne duasının, baba emeğinin, çocuk gülüşünün içine yerleştirelim.
Nasıl ki Kâbe'nin duvarları arasında Hacerü'l-Esved yerinden oynatıldığında, Mekke'nin bütün ileri gelenleri onu yerine koyma şerefine talip olmuştu; biz de aileyi yerli yerine oturtma şerefine talip olmalıyız.
Bir de "altmış iki seksen dört" meselesi var... Bazı kadınlar, bu yasanın arkasına sığınıp kendilerini "Zeyna" gibi görüyor, ahlaki sınırları genişletip "Kadın isterse yapar" anlayışını perçinliyor.
Bu dalga da kırılmadan, aile konuşmak imkânsız.
Türkiye Yüzyılı hayali de boş olur.
İsterseniz uçak yapın, coğrafya kazanın... İnsanı kaybettiğiniz yerde her şeyi kaybedersiniz.