Her büyük strateji belgesi, kendi döneminin ruhunu yansıtır. 1947'deki Truman Doktrini, soğuk savaşın ideolojik hatlarını; 2002 doktrini ise terörle mücadelenin küresel çerçevesini çizmişti. Bugün ise Washington'ın açıkladığı 2025 Ulusal Güvenlik Stratejisi, 21. yüzyılın yeni jeopolitik kodlarını gözler önüne seriyor. Bu belge, yalnızca Amerikan dış politikasının yönünü değil; dünyadaki güç dağılımının geleceğini de yeniden tanımlıyor.
Belgenin temelini oluşturan paradigma, artık klasik "Amerikan liderliği" yaklaşımı değil. Washington, uzun yıllar boyunca sürdürdüğü küresel polis rolünü geri plana çekiyor ve yerine daha pragmatik, çıkar temelli bir yaklaşım koyuyor. ABD'nin yeni söylemi açık:
"Her yerde olmayacağız, ama çıkarlarımızın olduğu yerde daha güçlü olacağız."
1991'deki tek kutuplu zafer sonrası sürdürülen "küresel liderlik" yaklaşımı artık yerini "seçici angajman" politikasına bırakıyor. Yani ABD, her krize aynı ağırlıkla müdahil olmayı tercih etmiyor; maliyet, kapasite ve tehdit düzeyine göre önceliklendirme yapıyor.
Bu değişimin ilk işareti, Batı Yarımküresi'ne verilen önem. Belge, Latin Amerika ve Karayipler'e yönelik güvenlik vurgusuyla adeta 19. yüzyıldaki Monroe Doktrini'nin modern bir versiyonuna dönüşüyor. Yani ABD, artık uzak diyarların karmaşasında değil, "arka bahçesinin" düzeninde daha fazla söz sahibi olmak istiyor.
Elbette bu kayma, Avrupa'ya yönelik tavrı da köklü biçimde etkiliyor. Strateji, Avrupa başkentlerine net bir mesaj veriyor:
"Artık kendi savunmanızı üstlenmek zorundasınız."
NATO çerçevesinde yıllardır dile getirilen savunma harcaması tartışmaları, bu belgeyle birlikte stratejik bir talebe dönüşmüş durumda. 2021'de sadece altı NATO ülkesi milli gelirinin %2'sini savunmaya harcarken, bugün bu sayı 23'e yükseldi. Fakat Washington hâlâ bunun yeterli olmadığını düşünüyor. Çünkü ABD'nin gözünde Avrupa artık birinci öncelikli tehdit bölgesi değil.
Küresel açıdan bakıldığında belgenin asıl etkisi, Avrupa–ABD ilişkisinde bir dönüm noktası yaratması. 1949'dan bu yana Amerikan güvenlik şemsiyesi altında hareket eden Avrupa'nın, ilk kez bu denli açık şekilde "kendi kaderini daha fazla üstlenmesi" isteniyor.
Washington'ın mesajı net:
"Rusya sizin için birincil tehdit; bizim için değil." Bu ifade, yalnızca tehdit algısının değil, küresel liderlik anlayışının da değiştiğini gösteriyor. ABD artık küresel düzenin "mimarı" değil; çıkarlarının kesiştiği alanlarda "seçici bir aktör".
Washington'ın asıl stratejik rekabeti Asya-Pasifik'te. ABD, 1972 Nixon–Mao yakınlaşmasıyla başlayan ve 2001'de Çin'in WTO'ya girişine uzanan sürecin "stratejik sonuçlarının" bugün tamamen değiştiğini düşünüyor. NSS 2025'in satır aralarında en net ortaya çıkan konu, Çin'in artık ABD'nin yalnızca ekonomik rakibi değil, "düzeni yeniden şekillendirme" kapasitesine sahip en büyük güç olarak görülmesi. Belge, Çin'e karşı doğrudan çatışma senaryolarından kaçınsa da, askeri caydırıcılık, teknoloji üstünlüğü ve bölgesel ittifaklar üzerinden uzun vadeli stratejik rekabeti merkeze yerleştiriyor.
Bu rekabetin en kritik boyutu, artık tank ve tüfekten çok çipler, yapay zekâ, savunma sanayii, tedarik zinciri güvenliği ve ekonomik bağımsızlık üzerinden tanımlanıyor. ABD'nin üretim altyapısını yeniden inşa etmeye yönelmesi, enerji güvenliğini ulusal güvenliğin merkezine alması ve teknolojik inovasyonu stratejik tehditlerle ilişkilendirmesi, 20. yüzyılın askeri jeopolitiğinden 21. yüzyılın ekonomik-teknolojik jeopolitiğine geçişi temsil ediyor.
Belgenin Orta Doğu'yla ilgili mesajı ise en az Avrupa'ya verilen mesaj kadar önemli. ABD artık bölgeye geniş kapsamlı askeri müdahalelerle yaklaşmak istemiyor. 2003 Irak Savaşı'nın maliyetinin 2 trilyon doları aşması, Amerikan kamuoyunda "uzak savaşlar" için sabrı tüketmiş durumda. Buna rağmen Washington tamamen çekilmiş değil; İsrail'in güvenliği, enerji koridorlarının sürdürülebilirliği ve İran'ın bölgesel etkisinin dengelenmesi gibi konular hâlâ stratejik öneme sahip.
Bir diğer dikkat çekici unsur, ulusal güvenliğin artık yalnızca dış tehditlerle değil, toplumsal kırılganlıklarla da tanımlanması. Siber saldırılar, dezenformasyon, kritik altyapıların dayanıklılığı, pandemi sonrası ekonomik eşitsizlikler ve orta sınıfın zayıflaması... Tüm bu konular, belgenin "iç dayanıklılık olmadan dış güvenlik olmaz" anlayışıyla ele alındığını gösteriyor. Bu yaklaşım, güvenlik literatüründe Barry Buzan'ın "sektörel güvenlik" kavramıyla birebir örtüşüyor.
Tüm bu tablo, aslında basit bir gerçeği işaret ediyor:
ABD küresel mimariyi yeniden tasarlıyor, ama bu kez merkezine askeri gücü değil, ekonomik-teknolojik kapasiteyi koyuyor.
Bu dönüşümün dünya siyasetine etkileri şimdiden hissedilmeye başladı. Avrupa savunma mimarisi kendi kendini finanse etmek zorunda kalacak. Asya'da güç dengesi keskinleşecek. Ekonomik rekabet, savunma sanayi ile iç içe geçecek. Orta Doğu'da daha sınırlı müdahale modeli ortaya çıkacak.
Ve en önemlisi:
Küresel hegemonya yerini çok katmanlı, çok aktörlü ve çok merkezli yeni bir düzene bırakacak.
ABD'nin NSS 2025 belgesi, bu yeni düzenin ilk kapsamlı yol haritası niteliğinde. Washington'ın neyi öncelediğini, nereden çekildiğini ve nerede güç biriktirdiğini anlamak; önümüzdeki on yılın uluslararası ilişkiler dinamiklerini çözmek için artık bir seçenek değil, bir zorunluluk.
NATO içinde Türkiye'nin önemini daha da artırıyor. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin operasyonel kapasitesi, savunma sanayiindeki dönüşüm ve Karadeniz-Kafkasya hattındaki belirleyici rolü, Türkiye'yi Avrupa güvenliğinin vazgeçilmez aktörlerinden biri hâline getiriyor. Avrupa'nın savunma özerkliği arayışı sıkça dile getirilse de Türkiye'siz bir güvenlik mimarisi teknik olarak da siyasi olarak da mümkün görünmüyor. Böyle bir dönemde Türkiye'nin ittifaktaki ağırlığı yalnızca sayısal değil, stratejik bir nitelik kazanıyor.