Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Almanya Başbakanı Friedrich Merz ile yaptığı görüşme, son yılların en kapsamlı ikili temaslarından biri olarak öne çıktı. Eurofighter'lardan göç mutabakatına, Gümrük Birliği'nden Gazze krizine kadar uzanan geniş gündem, sadece Ankara–Berlin hattını değil, Türkiye'nin Avrupa'daki konumunu da yeniden tanımlıyor.
Avrupa, Rusya'nın Ukrayna'ya yönelik saldırgan politikaları ve Washington'daki transatlantik belirsizliklerin ardından, güvenliğini yeniden tanımlama sürecine girmiş durumda. Bu dönüşümün merkezinde, Avrupa Birliği'nin 150 milyar avroluk savunma fonu SAFE yer alıyor.
SAFE fonu, Avrupa'nın "stratejik özerklik" arayışının merkezinde yer alıyor. Fon, partner ülkelerin savunma harcamalarında uzun vadeli ve düşük faizli kredi kullanmalarını, ayrıca kendi aralarında savunma sistemleri ve mühimmat alışverişi yapmalarını mümkün kılıyor.
Türkiye'nin bu yapıya dâhil olması durumunda, özellikle İHA, mühimmat, zırhlı araç ve radar teknolojileri alanlarında Avrupa savunma endüstrisine hızlı katkı sağlayabilecek.
Ankara açısından SAFE'e katılım, sadece finansman değil, aynı zamanda siyasi meşruiyet anlamına da geliyor. AB'nin savunma planlarının içinde yer almak, Türkiye'nin "Avrupa güvenliği için vazgeçilmez aktör" konumunu resmileştirecektir.
Nitekim ABD Başkanı Donald Trump bile kısa süre önce "Türkiye'nin SAFE'e katılımı Ankara'ya meşruiyet kazandıracaktır" ifadesini kullanmıştı.
Ancak tablo tamamen pürüzsüz değil. Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Fransa'nın desteğiyle Türkiye'nin SAFE programına katılımına karşı çıkıyor. Bu ülkeler, Türkiye'nin artan savunma kapasitesini "bölgesel güç dengelerini değiştirecek bir tehdit" olarak görüyor.
Berlin ise bu vetoyu kırmak için Atina ve Lefkoşa'ya diplomatik baskı uyguluyor. Alman dış politikasında "denge arayışı" kavramı yeniden öne çıkarken, Merz yönetimi Türkiye'yi dışlamanın Avrupa güvenliğine zarar vereceğini düşünüyor.
Merz'in açık biçimde "Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğini destekliyorum" ifadesi, Berlin'in Ankara'ya bakışında ton değişikliğine işaret ediyor. Merkel döneminde "stratejik ortaklık" düzeyinde tutulan ilişki, şimdi doğrudan "üyelik süreci" söylemiyle yeniden tanımlanıyor.
Ancak bu söylemin ne ölçüde siyasi iradeye dönüşeceği hâlâ belirsiz. Avrupa siyasetinde popülizmin yükseldiği, göçmen karşıtlığının derinleştiği bir dönemde bu tür açıklamaların ne kadar sürdürülebilir olduğu da ayrı bir tartışma konusu.
Toplantının perde arkasında en kritik başlıklardan biri, Gümrük Birliği'nin güncellenmesiydi. Türkiye hâlen üçüncü ülkelerle yapılan ticaret anlaşmalarından doğrudan etkilenmesine rağmen karar süreçlerine dâhil değil. Bu da hem ekonomik hem hukuki açıdan "asimetrik bir ortaklık" durumu yaratıyor.
Bir diğer kronik mesele ise vize serbestisi. 2013'te teknik olarak tamamlanan anlaşmaya rağmen, Avrupa tarafı süreci sürekli oyalıyor. Bugün gelinen noktada, iş insanlarının, araştırmacıların, hatta öğrencilerin dahi vize alamadığı bir tablo söz konusu. Bu durum, Türkiye'nin Avrupa ile ilişkilerinde güven erozyonunu derinleştiriyor.
Almanya, Eylül 2025 itibarıyla Türkiye'ye 20 bin civarında düzensiz göçmenin geri gönderilmesini talep ediyor. Ancak 2016 tarihli Türkiye–AB Geri Kabul Anlaşması, yükümlülüklerini eksiksiz yerine getiren tarafın Ankara olduğunu defalarca göstermişti. Buna rağmen, Avrupa'nın siyasi nedenlerle süreci tıkaması, ikili güveni zedeliyor.
Rusya'nın Ukrayna'ya saldırısı, ABD'nin Avrupa üzerindeki baskısı ve enerji arz güvenliği konuları, Almanya'da Türkiye'ye yönelik algıyı ciddi biçimde değiştirdi. Berlin artık Ankara'yı "vazgeçilmez bir aktör" olarak konumlandırıyor.
Bu dönüşüm, sadece güvenlik boyutunda değil, enerji tedariki, savunma sanayii işbirliği ve ticaret ekseninde de yeni bir "karşılıklı bağımlılık" sürecine işaret ediyor.
Türkiye'nin AB üyeliği bugün hâlâ uzak bir ihtimal gibi görünse de, jeopolitik zorunluluklar, Avrupa'nın Türkiye ile ilişkilerini yeniden tanımlamaya itiyor. Ancak bu yeni dönemin sürdürülebilir olması, karşılıklı güvenin yeniden inşasına ve somut adımların atılmasına bağlı.
Berlin'in söylemden öteye geçip Gümrük Birliği güncellemesi ve vize serbestisi gibi alanlarda ilerleme sağlaması, sadece Türkiye için değil, Avrupa Birliği'nin kendi inandırıcılığı açısından da bir test olacak.
Avrupa kamuoyunda Türkiye algısının son dönemde olumlu yönde değiştiği görülüyor. Rusya tehdidi, ABD'nin Avrupa üzerindeki artan baskısı ve enerji güvenliği gibi faktörler, Ankara'yı yeniden "vazgeçilmez ortak" konumuna taşıdı.
Bu yeni konjonktürde Türkiye, sadece doğu–batı arasında köprü değil; aynı zamanda Avrupa'nın güvenlik, enerji ve göç politikalarında merkezî bir güç haline geldi.
Bugün Avrupa'nın önünde iki seçenek var: Türkiye'yi yeniden "aday ülke" statüsüne indirgemek ya da onu Avrupa güvenlik sisteminin vazgeçilmez parçası olarak görmek.
Her iki durumda da tablo açık: Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın stratejik öngörüsü ve çok boyutlu dış politika vizyonu, Türkiye'yi uluslararası siyasette yeniden merkez konuma taşımıştır. Gazze'den Kiev'e, Berlin'den Şam'a uzanan bu diplomatik ağ, Türkiye'nin sadece bölgesel değil, küresel bir aktör olduğunu bir kez daha kanıtlamaktadır.