Avrupa Birliği ile Amerika Birleşik Devletleri arasında 27 Temmuz'da imzalanan yeni ticaret paketi, yalnızca ekonomik değil siyasi anlamda da kritik bir eşik. Anlaşmaya göre AB, 2028 yılına kadar ABD'den 750 milyar dolarlık sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG), petrol ve nükleer yakıt alacak. Bunun karşılığında ise ABD, Avrupa ihracatına tek taraflı yüzde 15 tarife koyacak ve AB de 600 milyar dolarlık yatırımı Amerikan ekonomisine yönlendirecek.
Bu gelişme, Avrupa'nın son yarım yüzyılda yaşadığı enerji şoklarının bir devamı niteliğinde. 1973 petrol krizi, Batı Avrupa'nın Orta Doğu'ya bağımlılığını derinden sorgulamasına yol açmıştı. 1990'lardan itibaren Rusya, doğalgaz üzerinden Avrupa için vazgeçilmez bir tedarikçi haline geldi. 2006 ve 2009'daki Rusya–Ukrayna gaz krizleri, Moskova'ya bağımlılığın siyasi maliyetini açıkça gösterdi. 2022'de başlayan Rusya–Ukrayna savaşı ise bu bağımlılığın sürdürülemez olduğunu ortaya koydu.
AB'nin aldığı önlemler sayesinde 2021'de gaz ithalatında yüzde 45 olan Rusya'nın payı, 2024'te yüzde 19'a kadar düştü. Ancak bu "kopuş" mutlak olmadı. 2023'te İtalya, Çekya ve Fransa'nın yeniden Rus gazına yönelmesi, siyasi söylemler ile ekonomik gerçeklik arasındaki çelişkiyi açığa çıkardı.
Bugün ise tablo farklı: Norveç gaz tedarikini artırdı, ABD LNG ihracatında dev bir sıçrama yaptı. Eurostat verilerine göre ABD, 2025'in ilk çeyreğinde AB'nin en büyük petrol tedarikçisi, LNG'de yüzde 50'nin üzerinde paya sahip ve kömürde Avustralya'nın ardından ikinci sırada. Reuters'ın öngörüsüne göre AB–ABD enerji ticareti önümüzdeki üç yılda yıllık 250 milyar dolara çıkabilir.
AB İçindeki Tepkiler
Brüksel'de bu anlaşma "enerji güvenliği" ve "çeşitlilik" olarak sunulsa da, birlik içinde farklı sesler yükseliyor. Almanya'da Yeşiller Partisi'ne yakın çevreler, ABD'ye bu denli bağımlılığın enerji geçişi hedeflerini sekteye uğratacağını, fosil yakıt tüketimini kalıcı hale getireceğini savunuyor. Fransa'da ise özellikle nükleer yakıt boyutuna destek var; Paris bunu kendi enerji stratejisiyle uyumlu görüyor. Ancak Fransız iş dünyasında, Amerikan LNG'sinin yüksek maliyetine ilişkin endişeler dile getiriliyor.
Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri, özellikle Polonya ve Baltıklar, anlaşmayı memnuniyetle karşılıyor. Onlara göre ABD'nin enerji piyasasındaki ağırlığı, Rusya'nın tehdit kapasitesini kırmak için bir güvence. Ancak Macaristan Başbakanı Viktor Orban farklı bir çizgide: Orban, Brüksel'in Rusya'ya yaptırımlarını en başından beri eleştiriyor ve enerji konusunda Moskova ile köprüleri tamamen atmanın "Avrupa'yı Washington'a rehin etmek" anlamına geldiğini öne sürüyor.
Bu farklı siyasi yaklaşımlar, AB'nin enerji stratejisinde derin çatlakların bulunduğunu gösteriyor. Bir yanda Rusya'ya karşı sert kopuş isteyen ülkeler var, diğer yanda ise yeni bağımlılıklardan endişe edenler.
Bağımlılığın Değişen Yönü
Tüm bu tartışmaların ortasında, gerçek değişmiyor: Avrupa bağımlılıktan kurtulmuyor, yalnızca bağımlılığın yönünü değiştiriyor. 1970'lerde Arap petrolü, 2000'lerde Rus gazı, bugün ise Amerikan LNG'si Avrupa'nın enerji güvenliğini belirliyor. Von der Leyen'in "enerjide çeşitlilik" söylemi, gerçekte yeni bir bağımlılık biçiminin meşrulaştırılmasından ibaret.
ABD açısından bakıldığında ise tablo net: Avrupa pazarını büyük ölçüde ele geçiren Washington, hem ekonomik hem de siyasi kazanç sağlıyor. Rusya'nın enerji hegemonyası tarihe karışırken, transatlantik ilişkiler yeni bir bağımlılık hattı üzerinden yeniden tanımlanıyor.
Rusya–Ukrayna savaşı enerji jeopolitiğini geri dönüşsüz biçimde değiştirdi. Avrupa, Rusya'ya bağımlılığını azaltmayı başardı ama özgürleşmedi; bu kez ABD'ye bağımlı hale geldi. Kazanan taraf açık: ABD, ekonomik çıkarlarını büyütürken aynı zamanda Avrupa üzerindeki stratejik nüfuzunu artırdı. Avrupa Birliği ise siyasi söylemlerinde "özerklik"ten bahsetse de, enerji politikasında özerklik her zamankinden daha uzak görünüyor.