Suriye, on yılı aşkın süredir savaşın, vekâlet mücadelelerinin ve terör örgütlerinin deneme alanına dönüştü. Her yeni saldırı, yalnızca bölgesel istikrarı değil, Türkiye'nin ulusal güvenliğini de doğrudan etkiliyor. Son olarak 6–7 Ekim gecesi Halep'in Şeyh Maksud ve Eşrefiyye mahallelerinde YPG yüksek binalara yerleştirdiği keskin nişancılar ve havan saldırıları ile Suriye güvenlik güçlerini ve sivilleri hedef aldı.
Türkiye açısından bu gelişmelerin anlamı açıktır: Suriye'nin kuzeyinde hiçbir terör örgütünün kalıcı biçimde konuşlanmasına izin verilemez. Bu yaklaşım, sadece sınır güvenliğiyle değil, Türkiye'nin ulusal egemenliğini doğrudan etkileyen bir güvenlik doktriniyle ilgilidir. Ankara, YPG'yi PKK'nın Suriye kolu olarak tanımlamakta ve 10 Mart Mutabakatı çerçevesinde örgütün çekilmesi ve bölgenin terör unsurlarından arındırılması yönünde açık bir tutum sergilemektedir. YPG'nin bu mutabakata uymaması, yalnızca Türkiye'yi değil, Suriye'nin toprak bütünlüğünü de tehdit etmektedir.
2013–2015 yılları arasında bölgeye giren Rusya ve İran'ın etkisi, sahadaki dengeleri köklü biçimde değiştirmişti. Bu dönemde uluslararası güçlerin devreye girmesiyle, Suriye krizi iç savaş boyutundan çıkarak vekâlet savaşına dönüştü. Bu boşluktan yararlanan DEAŞ, kısa sürede geniş alanları kontrol altına alarak hem Suriye'yi hem Irak'ı istikrarsızlaştırdı. Bugün YPG'nin benzer şekilde 10 Mart uzlaşısına aykırı hareket etmesi, geçmişte yaşanan o kaotik sürecin yeniden tekrarlanması riskini beraberinde getiriyor. Tarih, bölgedeki güç boşluklarının terör örgütleri tarafından nasıl hızla doldurulduğunu defalarca gösterdi.
YPG'nin saldırıları, klasik askeri yöntemlerin ötesinde, "kaos stratejisi" olarak nitelendirilebilecek bir çizgi izliyor. Şehir merkezlerinde havan ve bomba yüklü araç saldırıları, askeri üstünlük kurmaktan çok psikolojik baskı yaratmayı amaçlıyor. Bu eylemler, bölgedeki sivil nüfusu doğrudan hedef alarak hem yerel halkın devlete olan güvenini zedeliyor hem de uluslararası alanda propaganda malzemesine dönüşüyor. Nitekim bu saldırılar bir tür "düzensizlik siyaseti" olarak işliyor; siviller üzerinden politik meşruiyet elde etme çabası taşıyor.
Öte yandan, ABD'nin YPG'ye verdiği destek, DEAŞ'a karşı mücadelenin ötesine geçmiş durumda. Washington yönetimi, YPG/SDG'yi sahadaki bir denge unsuru olarak görse de, bu ilişki Türkiye açısından kabul edilemez bir güvenlik açığı yaratıyor.
Ancak bütün bu stratejik hamlelerin ötesinde, en büyük bedeli siviller ödüyor. Halep, Tel Rıfat ve Haseke hattında artan göç dalgaları, altyapı çöküşü ve temel hizmetlerin kesintiye uğraması, Suriye'deki trajedinin boyutlarını yeniden büyütüyor. YPG'nin saldırıları, bölgedeki güvenlik yapısını sarsmakla kalmıyor; insani krizleri de tetikliyor.
Türkiye'nin tavrı bu noktada nettir: Terör örgütlerinin Suriye'nin kuzeyinde varlık göstermesine müsaade edilmeyecek, 10 Mart uzlaşısının gerekleri yerine getirilecektir. Bu yalnızca Türkiye'nin güvenlik meselesi değil, Suriye'nin yeniden inşasında kalıcı barışın ön koşuludur. Geçmişte 2013–2015 yılları arasında yaşanan gelişmeler, uluslararası müdahalelerin yerel denklemleri nasıl altüst ettiğini ve DEAŞ gibi radikal yapıların bu zeminlerde nasıl serpildiğini göstermiştir. Bugün YPG'nin uzlaşıya uymaması, aynı hataların tekrarlanması anlamına gelir. Dolayısıyla çözüm, askeri güçte değil; siyasi uzlaşıda, diplomatik diyalogda ve Suriye'nin toprak bütünlüğüne saygı ilkesinde yatmaktadır.
Suriye topraklarında kalıcı barışın yolu, silahların gölgesinde değil; uzlaşı ve iş birliği zemininde aranmalıdır. YPG'nin silahlı macerası, bir halkın güvenlik arayışını değil, dış güçlerin vekâlet savaşını sembolize ediyor. Türkiye'nin kararlı tutumu ve 10 Mart Mutabakatı'na bağlılık çağrısı, yalnızca ulusal güvenliğin değil, bölgesel istikrarın da teminatıdır.