TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş'un geçtiğimiz günlerdeki komisyon toplantısında söylediği bir cümle, aslında Türkiye'nin önümüzdeki dönemde atacağı stratejik adımların özeti gibiydi:
"Türkiye'nin bölgesini terörden temizlemesi sadece güvenlik değil, aynı zamanda ekonomik ve siyasi bir dönüşümdür."
Bu tespitin altını dolduran unsurlar oldukça net. Terörden arındırılmış bir bölge, öncelikle Irak üzerinden geçecek ticaret koridorunu güvenli hâle getirecek. Bu, sadece mal taşımak anlamına gelmiyor; bölgeye ekonomik kalkınma ve istikrar da taşıyacak. Ancak meselenin bir boyutu daha var: Bölgesel strateji.
İsrail'in Suriye'de Dürziler üzerinden etkisini artırma çabası, olası bir "kuzeye doğru genişleme" senaryosunda terör aparatlarını devreye sokma ihtimalini güçlendiriyor. Dahası, İsrail–İran geriliminde PJAK'ın İsrail lehine yaptığı açıklamalar ve buna karşılık İsrail'in PJAK'ı pozitif gösteren söylemleri, terör örgütlerinin bölgesel güç mücadelelerinde nasıl vekâlet aktörü olarak kullanılabileceğini açıkça ortaya koyuyor.
İşte bu nedenle, terörsüz bir güvenlik kuşağı oluşturmak, yalnızca iç politikada değil, Ortadoğu'nun geleceğinde de kritik bir hamle anlamına geliyor.
Türkiye, 1980'lerden bu yana terörle mücadelede farklı stratejiler denedi; 1984'te PKK'nın ilk saldırılarıyla başlayan süreç, 1990'larda yoğun askerî yöntemlerin öne çıktığı bir döneme evrildi. 1999'da terörist başı Öcalan'ın yakalanmasıyla geçici bir sakinleşme sağlanırken, AB üyelik sürecinin etkisiyle demokratikleşme adımları ve kültürel haklar gündeme geldi. Ancak 2004 sonrası terör yeniden tırmanışa geçti; 2013–2015 arasındaki Çözüm Süreci toplumsal umutları yeşertse de sınırlı aktörlü, kapalı kapılar ardında yürütülen ve kurumsal zeminden yoksun yapısı nedeniyle kamuoyunda güveni tam olarak tesis edemeden sona erdi. 2016 sonrasında ise Türkiye sertleşen bir güvenlik stratejisiyle hem içeride hem de sınır ötesinde kapsamlı operasyonlara yöneldi; bu süreç terör tehdidini önemli ölçüde zayıflattı ancak kalıcı çözümün sadece askerî yöntemlerle mümkün olmadığı da net biçimde görüldü.
Dünya deneyimleri bu noktada önemli dersler içeriyor. Kuzey İrlanda'da 1998'de imzalanan Good Friday Anlaşması, sadece çatışmayı bitirmekle kalmadı; farklı toplulukların temsil edildiği ortak yönetim mekanizmaları kurularak barışın kalıcı olmasının önü açıldı. Kolombiya'da 2016'daki FARC Barış Anlaşması sonrasında kurulan Hakikat Komisyonu ve Geçiş Dönemi Adaleti kurumları, yarım asır süren çatışmanın izlerini silmek ve eski savaşçıları topluma kazandırmak için devreye girdi; kırsal kalkınma projeleri, istihdam yaratma ve siyasi katılım hakları barışın temel dayanakları oldu. Güney Afrika'da apartheid rejimi sonrası kurulan Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu ise geçmişle yüzleşme ve toplumsal barışa yönelen bir psikolojik dönüşümün önünü açtı.
Bu örneklerin gösterdiği gibi, barışın kalıcı olabilmesi sadece silahların susmasına değil, aynı zamanda kurumsal mekanizmaların, toplumsal uzlaşının ve ekonomik entegrasyonun eş zamanlı işlemesine bağlıdır. Türkiye'nin bugün tartıştığı Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu modeli, geçmişteki dar kapsamlı müzakere deneyimlerinden farklı olarak şeffaf, çok aktörlü, parlamenter temelli ve kapsayıcı bir yapıyı işaret ediyor. Bu modelin hayata geçirilmesiyle sadece güvenlik boyutu değil; ekonomik kalkınma, bölgesel istihdam, hakikat ve yüzleşme mekanizmaları gibi çok boyutlu politikalar eş zamanlı uygulanabilir. Böylece hem terörsüz bir güvenlik kuşağı güçlenir hem de toplumun tüm kesimleri sürecin doğal bir parçası hâline gelir.
Sonuçta Terörsüz Türkiye hedefi artık sadece bir iç güvenlik politikası değil; Irak üzerinden geçecek güvenli ticaret koridoru, Ortadoğu'da istikrarın tesisi ve terör aparatlarının uluslararası güç oyunlarında etkisizleştirilmesi gibi geniş bir bölgesel vizyonun ana parçasıdır. Eğer bu hedef, dünyadaki başarılı örneklerde olduğu gibi kurumsal, şeffaf ve kapsayıcı bir modelle desteklenirse, Terörsüz Türkiye hayali bir temenniden çıkıp somut bir gerçeğe dönüşebilir.