Venezuela son aylarda yeniden uluslararası gündemin merkezine yerleşti. Washington'dan gelen sert açıklamalar, Karayipler'deki askeri yığınak ve CIA'nın sahada operasyon yetkilerinin genişletilmesi, akıllara tek bir soruyu getiriyor: Maduro için son yaklaşıyor mu? Ancak bu sorunun cevabı göründüğü kadar basit değil. Latin Amerika'da rejim değişikliği girişimlerinin neredeyse tamamı, beklenenden daha karmaşık sonuçlara yol açtı. Bugün Venezuela da benzer bir kırılmanın eşiğinde. BM Sözcüsü Stephane Dujarric'in son açıklaması bu tehlikeye doğrudan işaret ediyor. ABD'nin Venezuela merkezli "Cartel de los Soles"i terör örgütü ilan etmesini "ABD'nin tek taraflı kararı" olarak nitelendirirken, asıl kaygısının artan "çatışmacı retorik" olduğunu söyledi. BM'nin "derin kaygı" ifadesi boşuna değil; Washington ile Caracas arasında yükselen tansiyon yalnızca iki devlet arasındaki siyasi bir restleşme değil, Karayipler'den Kolombiya sınırına kadar tüm bölgenin güvenlik mimarisini etkileyebilecek bir potansiyele sahip.
ABD'NİN SALDIRGAN TUTUMUNUN ARKASINDAKİ EKONOMİK HESAPLAR
Son iki yılda nispi toparlanma işaretleri veren Venezuelalılar, şimdi yeni bir ekonomik darbenin ortasında. IMF'nin tahminine göre 2026'da enflasyon %700'ü bulabilir. Asgari ücret 1 doların altında... 80 milyon nüfusun büyük kısmı yoksullukta...
Peki ABD bu kadar agresif bir tutumu neden benimsiyor? Basit bir rejim değişikliği hesabından daha fazlası var. Konuya biraz yakından bakınca hem ekonomik hem de siyasi motivasyonların oldukça derin olduğu görülüyor.
Her şeyden önce Venezuela, dünya enerji haritasının en kritik ülkelerinden biri. Sahip olduğu petrol rezervi Suudi Arabistan'dan daha büyük. Bu da ABD için şu anlama geliyor: Petrol fiyatlarını dengeleme gücü, enerji güvenliği açısından alternatif bir kaynak ve Amerikan enerji şirketleri için devasa bir yatırım alanı. Maduro'nun yönetimi altında petrol sektörünün Çin ve Rusya eksenli gelişmesi, Washington için yalnızca ekonomik bir kayıp değil, aynı zamanda stratejik bir tehdit olarak görülüyor. Zira ABD'nin uzun süredir Latin Amerika'da kaybettiği etkinliği tekrar kazanmasının yolu enerji hatlarını kontrol edebilmekten geçiyor.
JEOPOLİTİK REKABET: ÇİN–RUSYA EKSENİNE KARŞI ABD
Ekonomik motivasyonların yanında siyasi hesaplar da oldukça belirgin. Washington, Maduro'yu yalnızca otoriter bir lider olarak değil, Çin ve Rusya'nın bölgedeki en güçlü siyasi ayağı olarak değerlendiriyor. Çin'in ülkeye verdiği krediler, Rusya'nın askeri ve istihbarat desteği ve İran ile kurulan yakın temas, ABD'nin arka bahçesi olarak tanımladığı Latin Amerika'da yeni bir güç düzeni oluşturuyor. Bu düzenin merkezinde ise Venezuela bulunuyor. Bu nedenle Maduro'nun devrilmesi, Washington için yalnızca bir rejim değişikliği hedefi değil, Çin–Rusya bloğunun bölgedeki etkisinin kırılması anlamına geliyor.
TRUMP'IN İÇ SİYASİ HESAPLARI
Bir başka neden ise Washington'ın iç siyaseti. ABD'de 2026 seçimlerine yaklaşan bir dönemde Trump'ın dış politikada sertlik yanlısı bir pozisyon alması, iç kamuoyunda güçlü durduğu imajı pekiştiriyor. Tıpkı geçmişte Küba, Nikaragua veya Guatemala örneklerinde olduğu gibi Latin Amerika üzerinden verilen askeri güç mesajları, ABD iç siyasetinde genel olarak destek buluyor. Bu açıdan bakıldığında Venezuela dosyası, Trump'ın hem seçim tabanına hem de ABD'nin küresel rakiplerine yönelik bir güç gösterisi niteliği taşıyor.
Göç meselesi de Washington'ın Venezuela'ya yönelik sert tutumunu besleyen önemli bir faktör. Son yıllarda sekiz milyonu aşkın Venezuelalı ülkesini terk etti ve bu göç akınının büyük kısmı ABD sınırına yöneliyor. ABD'de göçmen krizinin en tartışmalı konulardan biri hâline gelmesi, Washington'ın Caracas'a yönelik baskısını artırarak "güvenlik tehdidi kaynağının" ortadan kaldırılması fikrini güçlendiriyor. Trump'ın Maduro'yu uyuşturucu trafiğinin merkezine yerleştiren açıklamaları da kamuoyunda bu algıyı pekiştiriyor.
Tüm bunların ötesinde Venezuela, ABD için çok daha geniş bir stratejik anlam taşıyor. Karayipler'e hâkim olan bir ülke, Panama Kanalı'na yakınlığı nedeniyle küresel deniz ticaretinin önemli bir bölümünü etkileyebilir. ABD'nin bölgedeki askeri varlığını artırması, yalnızca Venezuela'ya yönelik değil, aynı zamanda Küba'dan Nikaragua'ya kadar uzanan sol-popülist iktidarlara yönelik bir çevreleme stratejisinin de parçası.
Ancak bu stratejinin en büyük açmazı, muhtemel bir askeri müdahalenin Venezuela'da yaratabileceği kırılganlık. Maduro'nun devrilmesi, ülkeyi otomatik olarak demokrasiye taşımayabilir. Bilakis ülkedeki paramiliter yapılar, suç örgütleri ve silahlı grupların birbiriyle çatıştığı bir güç boşluğu oluşabilir. Bu da hem ABD'nin bölgedeki çıkarlarını hem de Latin Amerika'nın genel istikrarını tehdit edecek bir cephe doğurur.
Özetle Washington'ın Venezuela'ya yönelik askeri tehditleri ne yalnızca Maduro karşıtlığıyla açıklanabilir ne de demokrasi ihracı söylemiyle sınırlı kalır. Bu dosya, enerji güvenliğinden büyük güç rekabetine, göç krizinden iç siyasete kadar birçok katmanda okunması gereken bir denklem hâline gelmiş durumda. Bugün Venezuela üzerine atılan her adım, Latin Amerika'nın geleceğini olduğu kadar ABD'nin küresel pozisyonunu da şekillendiriyor. Fakat hâlâ cevabı belirsiz olan soru şu: Washington bu hamlelerin bedelini ödemeye razı mı, yoksa bu baskı sadece pazarlık gücünü artırmak için kullanılan geçici bir kaldıraç mı? Önümüzdeki aylar bu sorunun cevabını daha net gösterecek.