Tek kutupluluğa dayanan eski ezberlerle dış politikayı yorumlamak, bugünün değişen dengeleri içinde anlamını büyük ölçüde yitirdi. Uluslararası sistemin geçirdiği tarihsel kırılmalar, yalnızca yönelimleri değil, müzakere biçimlerini de değiştiriyor. Artık mesele, "doğuya mı batıya mı dönmeli" gibi yüzeysel bir ikilemin çok ötesinde. Türkiye, dört yüz yıllık Atlantik merkezli stratejik çizginin belirlediği ezberleri aşarak, Avrasya merkezli çok boyutlu bir denge siyaseti yürütüyor. Bu denge ne teslimiyetle ne de tecrit ile açıklanabilir; bu bir kapasite meselesidir. Türkiye'nin otonomisi arttıkça, masada sözü daha fazla dinlenir hale geliyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Trump ile yaptığı görüşme, bazı çevrelerde "ya hep ya hiç" türü o mahut kompleksli okumalara yol açtı. Bu tür ezberci yorumlar, -ki kibirli Amerikan cephesine bakarsak ezber tek taraflı değil- süreci daraltan, anlamdan koparan çerçevelerdir. Oysa bu görüşme, Türkiye'nin dış politikadaki bağımsız hareket kabiliyetinin tezahürlerinin fotoğrafıydı. Ne var ki, fotoğrafı okumak için de yorumlarda abartılı davranışlar sergileyen Trump'ı değil Türkiye'yi özneleştirmeniz gerekiyor. Bir de ABD-Avrupa ilişkisi ile ABD-Türkiye ilişkisini bir denkleme oturtma kabiliyetine sahip olmanız gerekiyor.
Söz gelimi ABD'nin Avrupa ile kurduğu ilişki, esasen güvenlik bağımlılığını ekonomik sadakate çevirmeye dayanıyor. NATO şemsiyesi altında sağlanan askeri koruma, siyasi ve ticari dayatmalarla bir paket haline getiriliyor. Avrupa, savunmasını devretmenin bedelini ekonomik alanda ödüyor. Bu durum, ABD için avantajlı bir pozisyon yaratırken, Avrupa'nın otonomisinin aşındığını gösteriyor. Türkiye ise bu güvenlik bağımlılığı modeline dâhil olmayan, kendi savunma kapasitesini inşa eden, dış politikasını bağımsız kararlarla şekillendiren bir aktör olarak ayrışıyor.
Geçende de yazdım, tekrar edeyim... Türkiye, sadece bölgesel çıkarları değil, küresel sorunlara dair vizyonunu da dış politikasına yansıtan bir yaklaşım sergiliyor. Ukrayna-Rusya savaşında pozisyonu, sadece jeopolitik değil, dünya barışına dair çok katmanlı bir perspektifi içinde barındırıyor. Bu savaşı yalnızca iki taraf arasındaki çekişme olarak değil, yeni küresel düzenin doğum sancısı olarak okuyor. Benzer biçimde, İsrail'in uygulamalarını yalnızca bölgesel değil, sistemsel bir sorun olarak dile getiriyor. Bu yaklaşım, Türkiye'nin dış politikasında yalnızca çıkar değil, ilke ve vizyon bütünlüğü aradığını gösteriyor.
Trump'ın Avrupa ülkelerine karşı vassal muamelesi yaptığı, tehdit ve dayatma dilini kullandığı bir dönemde, Türkiye'ye yaklaşımı farklı bir çerçevede gelişiyor. Bunun nedeni Türkiye'nin doğuya da açık, çok yönlü ve bağımsız dış politikasıyla edindiği stratejik ağırlıktır. Türkiye artık Atlantik siyasetinin bir peyki değil; kendi eksenini oluşturan, otonomisiyle müzakere eden bir devlettir.
Hasılı Türkiye'nin bugün attığı her adım, ezberleri bozan, sabit hatları kıran, gittikçe kökleşen bir dış politika dili sürecinin ürünüdür. Tarihin kırılma anlarından geçtiğimiz, jeopolitik fırtınaların küresel sistemi sarsmaya devam ettiği bir dönemde, istikrarsızlığa karşı yönsüz değil, bilinçli ve çok boyutlu bir yönelim gereklidir. Müzakere gücünüzü belirleyen şey yalnızca nerede durduğunuz değil, ne kadar bağımsız durabildiğinizdir. İşte Türkiye'nin artan otonomisi, onu bir yörüngeye mahkûm olmaktan çıkarıp, çok merkezli dünya düzeninde etkin bir aktör haline getiriyor.