Önce, konumuzla ilgili bir not aktarayım:
*
'İmralı' adını ilk kez, ortaokulda iken, bir kişinin babama üstü kapalı tehditler içeren bir sataşması sırasında, babamın da, ''Git kardeşim başımdan... Zâten İmralı'dan yeni gelmişim; başımı tekrar belâya sokma..' şeklindeki, mukabil bir sert konuşmasından duymuştum.
Ne olduğunu bilmediğim için 'İmralı'nın ne demek olduğunu' sorduğumda babam, 'Oğlum, İmralı, birçok cinayetlere karıştığı için, ömür boyu hapis cezalarına çarptırılmış olanların Marmara Denizi'nde atıldığı bir adadır ' demişti .
Ama, cevapsız kalan soru, 'Babamın İmralı ile ilgisi var mıydı' sahi..
Üstelik, bir cinayet konusu ve İmralı adasına atılmak, evimizde hiç sözü edilmemişken, şimdi neler duyuyordum.
Babam ise, 'Görmedin mi oğlum, o kişi, 'Belâlı bir adammış!' dercesine, nasıl çekilip gitti!' diyordu.
*
Evet, ben de o sahneyi görmüş ve rahmetli babamın gücünden belki veya herhalde gurur da duymuştum.
Çocukluk yıllarımda hâfızama kazanan İmralı adını, daha sonra, cinayet çapında büyük bir millî facia vesilesiyle duyacaktım.
Şöyle ki, 1950-60 arasında, 1950, 1954 ve 1957 yıllarında yapılan 3 genel seçimde de milletin büyük teveccühüne mazhar olan 10 yıllık Başvekil Adnan Menderes ve iki Bakanı olan Hariciye Vekili Fatin Rüşdü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan'ın 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi'ni müteakib Yassıada'da kurulan uyduruk bir mahkemede yargılanmasından sonra idâm edilmek üzere İmralı adasına götürülmeleri sırasında tekrar duymuştum.
Evet, onlar orada, en mazlumâne şekilde idam edilmişler ve cenazeleri de ailelerine bile verilmeyip, 30 yıl orada tutulmuştu. Çünkü, zâlim darbeciler idam ettirdikleri o Başvekil ve iki Bakanı'nın cenazelerini verselerdi, milletini onların mezarlarını ziyaretgâha dönüştürerek, kendilerine sonu gelmez silleler indireceklerinden korkuyorlardı. Ki, onların kemikleri, idamlarının 30 yıl sonralarda, Turgut Özal zamanında nihayet İmralı'dan getirilmiş, bugün Adnan Menderes (Vatan) Caddesi'nin surlarla kesiştiği noktanın 300 metre kadar uzağındaki yeni 'mekan'larına taşınmışlardı.
*
Artık İmralı gündemimizden çıktı diyebilirdik ki, 25 yıldır, İmralı tekrar ülke gündeminde...
Çünkü, PKK isimli silahlı mücadele örgütünün lideri olan A. Öcalan, bir 'etnik unsur'un, kürd halkının haklarının verilmesi adına silahlı mücadele başlattığını 1984'de ilan ettiğinden, ülke bir terör sarmalına girmişti. Ve Türkiye'nin bu yolda harcadığı 100 milyarlarca dolarlık maddî kaybından ayrı olarak, bir örgütle mücadelede bile zafiyet gösterdiği gibi bir görüntü en büyük kayıplarından birisi olmuştu.
Bir dert varmış ki, bizim yaramıza parmak basıldı dercesine, kürd halkının içinden de gizli-açık bir destek bulmuştu.
Nasıl bulmasın ki, 1923'lerden 1990'lı yılların ortasına kadar isminin söylenmesinden bile çekinilen bir etnik unsurun varlığını, S. Demirel'in, 'Kürd gerçeğini kabul ediyoruz!' deyişine kadar, 70 yıl boyunca böyle bir etnik unsur; diliyle, kültürüyle yok sanılıyordu. Halbuki, müslüman halkımızın arasında ve anlayışında insanların etnik kökleri üzerinde bir tartışma da yoktu, aşağılama veya yüceltme de... Çünkü sosyal hayatımızın temelleri İslam kardeşliği üzerine atılmıştı.
Ama, 1923'ten sonra, ülke, tam da emperyalistlerin tavsiye ettikleri gibi, 'ulus-devlet' modelini esas almış ve herkes temel kabul edilen bu etnik unsurdan sayılmaya başlanmıştı.. . Asırlardır kardeş olarak, gönül ve iman birliği içinde birleşmiş olan Müslüman halkları, temelinden akıl dışı olan bir ırkçılıkla ve birbirine düşman eden emperyalist odaklar, hattâ, 1930'larda yeni rejimin en üst kademelerinde bulunanların ağzından, 'Bu ülke Türk ülkesidir, burada Türk olmayanların, Türk'e hizmet etmekten başka bir hakkı yoktur' gibi en faşist laflar ediyorlardı. Biz Müslüman halk kitleleri olarak bu zehirli dili, on yıllar boyunca açıkça reddedemedik. Ancak, 1970'li yıllardan sonra, inanç birliğimizin dinamitlenmek istenmesine seyirci kalamıyacağımızı ifade etmeye, itirazlarımızı yavaş yavaş da olsa, dile getirmeye başlayabilmiştik.
Ama, bu ayırımcı zihniyetleri kendi ayrılıkçı fikrileri için besleyici etkenler olarak görenler de olacaktı ve elbette bu iç çelişkilerimizi daha bir ateşlemek isteyen emperial odaklar da bulunacaktı.. Esasen, 1923 sonrası rejimin ideolojik yapısı, emperial odakların planlarına aykırılık teşkil etmeyecek şekilde ve bir tahakküm mekanizması halinde dayatılıyordu halkımıza..
*
İmralı isminin benim gibi çoğu sıradan halk kesimleri arasındaki çağrışımlarına da değinmek gerekti..
Bugünlerde İmralı adası yine ve daha bir ülke gündemindeyken, ..
Meclis'te temsilcileri bulunan partilerin M. Vekillerinden oluşacak bir heyetin, İmralı'ya gidip, A. Öcalan'la doğrudan görüşerek düşüncelerini öğrenmek teklifi, AK Parti, MHP ve DEM Parti'nin oylarıyla kabul görürken..
Ülkemize, ırkçılık belâsını, bir etnik unsurun diğerlerine üstünlüğü adına tebelleş edenlerin bugünkü siyasî arenada temsilcileri olan Ana Muhalefet Partisi'nin Meclis'i temsilen bir heyetin İmralı'ya gitmesine karşı çıkması, gerçekte 100 yıl öncelerdeki ilkelerine karşı bir tavır geliştirileceğine duydukları korkudan kaynaklanıyor olsa gerek..
CHP'nin bu karşıtlığı, çok basit bir ilgisizlik değil, temellerini 100 yıl önce attıkları 'ulus devlet'in yerine, aynı inanç birliği içinde asırlarca birlikte yaşamış olan halkların kardeşlik üzerinde bir anlayışla, bir çok şeytanî ve laik uygulamaların yolunun tıkanacağına duyulan korku, onlar açısından küçük bir mesele değildir.
26-27 sene öncelerini hatırlayalım.. Öcalan, gittiği her ülkede Suriye'de, Yunanistan'da, Rusya'da ve İtalya'da Türkiye'nin ağır diplomatik baskısıyla büyük sıkıntılar meydana getirirken, onu Kenya'ya götürdüler ve 1998'in son demlerinde de ABD'nin, onu beklenmedik bir zamanda Kenya'dan alıp idam olunmaması şartıyla Türkiye'ye teslim etmelerini anlayabilen, izah edebilen çıkmadı.. O zaman Başbakan olan Ecevit bile, bizzat, 'Amerika'nın Öcalan'ı bize teslim etmesinin sebebini anlayamadık..' itirafında bulunmuştu.
Aradan bunca yıl geçti.. Öcalan, 26-27 yıldır içerde..
Öcalan da, zaman zaman kendisini süzgeçten geçiriyor olmalı ki, bazan birbiriyle çelişkili olsa bile bazı izahları, tamamen reddedilmesini gerektirmeyecek derece açılımlar taşıyor..
Yargılanırken, 'Osmanlı zamanında olsaydı, beni ya bir şehre vali yaparlardı, ya da idam ederlerdi..' diyen Öcalan'ın o sözler içindeki beklentilerinin ikisi de olmadı, ama, tesbitleri tamamen yanlış da değildi.. Hele de, Osmanlı'nın son demlerinde, Sultan 2. Abdulhamîd zamanında kurulan 'Hamidiye Alayları'nın başına getirilen Kürd beylerinin-paşalarının, yetkilerini kötüye kullanıp, kürd halkına daha önce görülmemiş derecede ağır baskıcı uygulamaları olduysa bile; devletin, dış etkenlerle bağını kopardıklarına inanılan lider durumundaki kimseleri kazanmaya çalışması, eski bir geleneğe da dayanıyordu.
Bugün de devlet, Öcalan'ı daha yakından dinlemek için adımlar atarken, Kemalist-türkçü reflekslerle hareket etmekten kopamayan Ana Muhalefet Partisi'nin bu çabayı engellemeye çalışması bile, iyi bir yolda olunulduğunun bir işareti sayılabilir.
Türkiye'nin 'İmralı kördüğümü'nü çözmesi, 'terörsüz Türkiye idealinin de daha başarılı olmasının yolunu açabilir.. Bu da, ancak, Kürd, Türk, ve sair bütün Müslüman unsurların inanç birliği ve kardeşliği ile mümkün olabilir.
*