Cumhuriyetin kurulduğu süreci, dünyanın o zamanki egemen anlayışını ve o genel konjonktürün yerel süreçler üzerindeki belirleyiciliğini biliyoruz, anlıyoruz. Bir kere "mağluplar galipleri taklit ederler" diye bir evrensel kural koymuş İbn Haldun. Malum, biz o sürecin mağluplarıydık ve bizim de içinde olduğumuz modern dünyayı Batılı galipler arzularına, kendi yönetim tarzlarına göre dizayn ediyorlardı. Ortadoğu'daki bütün cumhuriyetlerin Fransa'ya, bütün krallıkların da Britanya'ya işaret ettiğine bakarsanız ne demek istediğimi anlarsınız. Bizim de o altüst oluş sürecinde alternatif üretecek bir gücümüz olmadığı için ister istemez bu seyl-i hurişana kapıldık. O yüzden Cumhuriyetin kurulduğu günlerde farklı ırkları, dinleri, mezhepleri, hatta kıtaları barındıracak kadar geniş bir coğrafyanın içine düştüğü dağınıklığı, perişanlığı ve bunun kaçınılmaz kıldığı askeri hezimeti yaşamış kadroların böyle bir müşkülü bir daha yamamak için elde kalan topraklarda tekçi bir anlayışı benimseme yoluna gitmeleri, İbn Haldun o muhalled kuralı koymuş olmasaydı da bir zorunluluktu. Müstevliler şerik kabul etmez tekçilerdi çünkü. Buraya kadar, olup biteni anlamak bakımından bir sorun yok. Sorun, kurucu kadronun, en azından etkin olan kesimlerin, "bu durum geçici değil evrensel bir gerekliliktir ve ilelebet devam edecektir" demeleri ve bunu uygulamaları, iktidarın da seksen sene boyunca bu kesimlerin elinde olmasıydı. Çalkantılar, isyanlar, örfi idareler, takriri sükunlar, şark ıslah fermanları eksik olmadı doğal olarak. Bir diğer grup da "şimdilik galiplerin hışmını üzerimize çekmemek için onlara benzediğimizi gösteren bir yapılanmaya giderek tek ulusa dayalı, laik bir devlet kuralım, Müslümanlığımızı ve etnik çeşitliliğimizi gizleyelim, en azından Müslümanlığı Anadolu'nun kasabalarına, mesela Kürtlüğü de doğunun köylerine öteleyelim, Ankara, İstanbul gibi vitrinlere yaklaştırmayalım, sonra zamanı gelince tekrar özümüze uygun bir yapılanmaya gideriz" diyorlardı. Bu iki grup arasındaki siyasal mücadele de o gün bugündür devam ediyor. Yapılan bütün serbest seçimlerde halk her seferinde ikinci grubu destekledi. Yani halk, en nefes aldırmaz zamanlarda bile Müslümanlığın görünürlüğünden ve Kürtlüğe alan açılmasından yana tavrını koydu. Şu anda "artık vakit tamam, tarihimize, dinimize, kültürümüze, çeşitliliğimize dönmenin zamanı gelmiştir. Bu yeni sürece uygun bir yapılanma gerçekleştirmemiz gerekir" söylemini dile getirenler iktidardadır. Batılı, tekçi, laik, dindışı eski yapının ebedi olduğunu düşünenler de eski güçlerini yeniden elde etmek için saldırıyorlar doğal olarak, en azından mevcut haliyle devamını sağlamak için var güçleriyle direniyorlar.
Şu anda tartışma çatı kavramı etrafında dönüyor. Bütün toplumu altında birleştiren bir çatı arayışı var. Eski çatı olduğu gibi devam etsin diyeni pek yok. O biraz ayıp olur! Ama eski çatıyı aktarmakla yetinelim diyenler ile seksen sene boyunca eski çatıyı on yılda bir aktarıp durduk, ama yine de sızmaları önleyemedik, o halde yeni bir çatı çatmanın zamanıdır diyenler arasında bir mücadeledir gidiyor son günlerde.
Çatı mühim. İnşaat mühendisleri bilirler, çatı, temelinden duvarına, zeminin özelliğinden sıvasının niteliğine kadar bir binanın bütünlüğüyle uyumlu özellikte olmalıdır. Çatı, büyük ve kapsayıcı olacak ki binanın herhangi bir tarafı açıkta kalmasın. Çatı küçük ve dar çatıldığı için Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne, yukarıda saydığım çeşitliliği barındıran toplumumuzun bütün kesimleri dönemsel olarak kendilerini açıkta kalmış hissettiler. Zaman zaman bu kesimler yer değiştirse de her zaman çatının kapsayıcılığının dışında kalan kesimler de oldu. Kürtler gibi. Bugünlerde Kürtlerin kendilerini çatının kapsamında hissetmelerini sağlayacak formüllerin arandığı belli. Kuruluş günlerinin iki ana kadrosunun söylemlerinin bu bağlamda da belirginleştiği görülüyor. Dünkü tekçi zihniyetin temsilcileri Kürtlere, siz zaten çatının altındasınız. Kendinizi dışarıda hissetmeniz bir yanılsamadır diyorlar.
Diyorlar da, seksen senelik siyasal kışı geçiren Kürtler nasıl bir ayaz yediklerini unutmuyorlar.