KKTC'de Pazar günü yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde isimler, siyasi partiler değil Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin kaderini belirleyecek olan görüşler yarıştı. Seçim kampanyalarının odağını KKTC'nin siyasi pozisyonu oluşturdu ve iki farklı öneri siyahla beyaz gibi birbirinden ayrıştı.
Bağımsız devlet olarak mevcut durumu sürdürmekle federasyon adıyla Rumların bakış açısıyla azınlık statüsüne razı gelmek arasında bir seçim yaptı özetle seçmeni.
Ve sandıktan federasyon talebi açık ara birinci çıktı. Bunun sebepleri ve yansımaları üzerine daha çok konuşulacaktır.
Türkiye sandıktan çıkan karara büyük bir olgunlukla yaklaştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan'dan başlayarak tebrik mesajlarında seçmenin kararına ve seçilen Cumhurbaşkanına hayırlı olsun dendi. Aksi zaten düşünülemez.
***Öte yandan adadaki seçimlerin sonuçları değişse de değişmeyecek olan pozisyon ve yaklaşım da hatırlatıldı elbette.
Kıbrıs Türk Cumhuriyetine ve Kıbrıslı Türklere güvence verilirken seçim sonuçlarını zafiyet gibi algılayıp farklı hayallere dalacak olanları uyandıracak kısa bir hatırlatma da yapıldı:
"Anavatan ve Garantör Türkiye, tarihi, hukuki ve insani sorumlulukları çerçevesinde ve Ada'nın gerçeklerine uygun biçimde, Kıbrıs Türk halkının huzur, refah ve kalkınmasına yönelik gayretlere katkıda bulunmaya devam edecektir."
Kıbrıs herhangi bir ada değil Türkiye için. Anakaranın doğal bir uzantısı. Ada üzerindeki varlığın niteliğine göre göbek bağı henüz kesilmiş "ihtimam gerektiren" bir yavru da olabilir, karın boşluğuna doğru uzanmış bir kasatura da olabilir.
Türkiye'nin güvenliği açısından son derece hayati bir konumda bulunuyor Kıbrıs.
***Halihazırda adada zaten iki devlet var. Rumlar hadsiz ve hukuksuz biçimde "Kıbrıs Cumhuriyeti" adını kullanıyorlar ama Ankara bu adlandırmayı kabul etmiyor: "Kıbrıs Cumhuriyeti, Kıbrıslı Rumların 1963 yılında tek taraflı olarak güç kullanımıyla anayasayı feshetmelerinden sonra ortadan kalkmıştır" diyerek itiraz ediyor ve güneydeki yapıya "Güney Kıbrıs Rum Yönetimi" diyor.
Dolayısıyla bir, nüfus zaten ayrışmış durumda. Türkler kuzeyde, Rumlar güneyde.
İki, sınırlar arasında BM gözetiminde ara bölge oluşturulmuş. 50 yılı aşacak şekilde sınır kabulü oluşmuş.
Üç, mevcut haliyle iki ayrı devlet kendi egemenlik alanında hüküm sürüyor.
Hal böyleyken 1968'den beri süregelen ve herhangi bir uzlaşmaya varılamayacağı da apaçık olan "müzakerelere" dönmek için mantıklı bir neden bulunmuyor.
***Üstelik Annan Planı'nın çalışmadığı, Rumların taahhütlere uymadığı da vakıa. BM raporlarına rağmen Avrupa ülkelerinin 2004'te Rum kesimini tek taraflı olarak –Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla- AB'ye alması sorunu daha da derinleştirdi. Lakin bu meselede KKTC'nin Ankara dışında hiçbir başkente güvenemeyeceğini de netleştirdi.
Sorunun çözümü için 2017'de İsviçre Crans Montana'da yapılan ve sonuç alınamayan müzakerelerden sonra BM Genel Sekreteri Guterres'in iyi niyetli girişimleri de Rumların ayak sürümesine tosladı. Temmuz'da Cenevre'de yapılan gayri resmi görüşmelerde de görüldü ki çözümsüzlüğü dayatan GKRY ve Yunanistan.
KKTC 2021'den beri federasyon temelli çözümü müzakere etmeyeceğini deklare ediyordu. Guterres'in tıkanıklığı aşmak için atadığı özel temsilcisi de uzun temaslar sonucunda yeni bir müzakere zemini olmadığını aktarmıştı.
Hal böyleyken şimdi sandıktan çıkıp gelen "federasyon" ve "müzakere" kavramları sanki çağlar öncesinin ağırlığını, uygunsuzluğunu ve yükünü de getirmiş gibi.
***Üstelik adada yeni bir planın devreye sokulduğu da görülüyor. Hukuken silahsız olması gereken Yunan adalarının silahlandırılması, Yunanistan ile zaten paralel şekillenen GKRY'nin İsrail'le yeni askeri anlaşmalara imza atması, adaya yeni ve gelişmiş silahların sokulması ve Siyonistlerin Kıbrıs'a yoğun ilgisi fotoğrafı değiştiriyor.
Yüzyıl önce dünyanın her yerinden Filistin'e akın eden ve Filistinlilerin vatanını çalan, soykırım uygulayan Siyonist Yahudiler bu kez de Kıbrıs'a yönelmiş durumda. İsraillilerin Kıbrıs'ta artan nüfusu, artan mülkleri sadece Kıbrıs Türklerini değil Kıbrıs Rumlarını da tehdit ediyor.
Var olan egemen devlete ve Cumhuriyete sahip çıkmak, tanınmasına, dünyaya açılmasına ağırlık vermek en rasyonel politika esasen. KKTC'nin İslam İşbirliği Teşkilatı'nda ve Türk Devletleri Teşkilatı'nda gözlemci üye olarak uluslararası sahneye çıkmasını da, Türkiye'nin tanınma için attığı adımları da azımsamamak gerekir.