Gazze'de süregelen katliam sürecinin ardından, nihayet kalıcı ateşkesin temelleri atılıyor. Taraflar arasında varılan son antlaşmaya göre Hamas rehineleri teslim edeceğini deklare ederken, soykırım ordusu kademeli biçimde Gazze Şeridi'nden geri çekilmeye hazırlanıyor. Karşılığında insani yardım koridorlarının açılması, çatışmasız bölgelerin oluşturulması ve sivillerin güvenli geçişlerinin teminat altına alınması öngörülüyor. Bu gelişme, yalnızca Gazze için değil, tüm Orta Doğu için tarihi bir dönüm noktasına işaret ediyor. Ancak bu sürecin perde arkasında, diplomasiyle sabrı harmanlayan bir aktörün etkisini açıkça görmek mümkün: Türkiye Cumhuriyeti.
Türkiye, son yirmi yılda bölgesel krizlerin çözümünde diyalog ve arabuluculuk kapasitesini sistematik biçimde güçlendirdi. Filistin meselesinde ise bu rol, duygusal bir dayanışmadan çok daha öteye geçmiştir. Ankara'nın diplomatik pozisyonu, hem uluslararası hukuk hem de bölgesel gerçeklikler bakımından stratejik bir dengeye dayanır. Türkiye, Gazze'deki trajediyi salt insani bir mesele olarak değil, aynı zamanda adalet temelli bir güvenlik sorunu olarak görmektedir. Bu yaklaşım, hem insani diplomasi hem de rasyonel devlet aklı ekseninde şekillenmiştir.
ANKARA'NIN SESSİZ DİPLOMASİSİ
Son haftalarda yürütülen gizli ve açık temaslarda Türkiye'nin aktif bir kanal olarak devrede olduğu biliniyor. Katar ve Mısır'ın da katkılarıyla yürütülen görüşmelerde Ankara'nın "insani geçiş süreci" modeli, Birleşmiş Milletler toplantıları esnasında da destek görmüştür. Bu model, yardımların kesintisiz biçimde Gazze'ye ulaşmasını, aynı zamanda taraflar arasında güven inşasına katkı sunacak bir "güvenli temas alanı" oluşturulmasını hedefliyor. Türkiye'nin önerdiği sistem, hem askeri hem de diplomatik anlamda sahada denge unsuru yaratmıştır.
Bu noktada, Türkiye'nin diplomatik ağırlığını sadece coğrafi konumu değil, tarihsel ve kültürel derinliği de beslemektedir. Osmanlı döneminden bugüne uzanan siyasal hafıza, Türkiye'ye bölgedeki çatışmaları okuma, tarafları anlama ve çözüm üretme kapasitesi kazandırmıştır. Batı merkezli müzakere girişimlerinin çoğu, bölgenin toplumsal dinamiklerini kavrayamadan başarısız olurken, Türkiye'nin yaklaşımı halkların iradesini merkeze alan bir anlayışla şekillenmiştir. Bu nedenle, Gazze'deki ateşkes sürecinin nihai bir barışa evrilmesi isteniyorsa, Ankara'nın masadaki varlığı sadece tercih değil, zorunluluktur.
TARİHSEL HAFIZA, COĞRAFİ SORUMLULUK
Türkiye, Filistin'de mazlumların savunuculuğunu yaparken; İsrail'i devlet ve hükümet anlayışı olarak birbirinden ayırmış ve kalıcı bir devlet düşmanlığı tezinden uzak durmaya özen göstermiştir. Türkiye, barışın mümkün olduğunu savunan bir aklın temsilcisidir. "Adil barış" anlayışı, yalnızca sessiz silahlar değil, onurlu bir yaşam düzeni talep eden halkların beklentisini yansıtır. Bu yönüyle Ankara, uluslararası sistemin ikiyüzlülüğü karşısında adaletin sesi olmuştur. Gazze'deki her çocuk, her yıkılmış ev, her umut kırıntısı bu sesi duymuştur.
Bugün Gazze'de başlayan ateşkes, eğer kalıcı bir barışa dönüşecekse, bu süreçte Türkiye'nin oynadığı rol tarih kitaplarında ayrı bir yer tutacaktır. Orta Doğu'da barış, yalnızca güç dengeleriyle değil, vicdan dengesiyle mümkündür. Ve o dengeyi sağlayabilecek tek ülke, bugün hâlâ aynı ilkeyi hatırlatmaktadır:
"Adalet olmadan barış olmaz."