Ekranlarımıza düşen savaş yeni başlamadı. Beyrut Limanı'ndaki patlama, Bağdat'taki rekabet, Yemen'deki kapışma, Suriye'de yıllarca süren mücadele ve 7 Ekim'de başlayan süreç bizi bugüne getirdi. Kavganın tarafları çoktandır belli.
İsrail'in İran'a yönelik saldırısı dördüncü gününe girdi. İsrail uçakları İran hava sahasına girip belirli hedefleri vuruyor. İran ise bu saldırılara hipersonik füzelerle yanıt vermeye çalışıyor.
Tarafların karşılıklı dezenformasyon savaşını bir kenara bırakırsak, İsrail'in askeri kapasitesi ve operasyonel gücü oldukça net.
ABD ile İran arasındaki müzakereler devam ederken gerçekleşen bu saldırı, Tahran'ı zor bir duruma soktu. Stratejik merkezleri bombalanan İran, saldırının ilk saatlerinde üst düzey komutanlarını kaybetti. Tahran yönetimi, ilk 24 saat boyunca adeta bir şok yaşadı ve karşılık vermekte zorlandı.
İsrail'in saldırılarının doğrudan hedefinin, 1979 devriminden bu yana iktidarda olan İran rejimi olduğu açık. Ancak rejim değişikliğini arzulayan yalnızca İsrail değil. Batı ve Körfez'deki bazı aktörlerin de bu yöndeki talepleri ya da desteği dikkat çekici. İsrail, bu konuda hem Batı'dan hem de Körfez'den cesaret alıyor. Rejim değişir mi sorusunun cevabı ise hiç de kolay değil. Rejim içindeki aktörler değişebilir, rejimi politika değişikliğine de ikna edebilirler ancak rejimi ortadan kaldırmak İran'ı iyi bilenler için şimdilik imkansız.
Savaşın, karşılıklı hava saldırıları düzeyinde sürmesi muhtemel. Ancak İran'ın füze stokları sınırlı ve rampaları da bombalanıyor. Hürmüz Boğazı'nın kapatılması ya da Körfez çevresindeki ABD üslerine verilecek olası bir yanıt ise Tahran için daha büyük sıkıntılara yol açabilir.
İran'ın hipersonik füzelerinin hedef sapmasında önemli bir teknik ayrıntı var. Güvenlik uzmanı Gürsel Tokmakoğlu'na göre İran, bu füzelerde Rus askeri uydularını kullanıyor. Bu da isabet oranındaki sapmaların Moskova-Tel Aviv ilişkileriyle doğrudan bağlantılı olduğunu düşündürüyor.
İsrail'in, geçtiğimiz yıllarda Suriye'yi bombalarken Rusya'nın hava savunma sistemlerini devreye sokmadığını biliyoruz. Bugün de benzer bir "sessiz dayanışma" dikkat çekiyor. İran'ın, uygulanan ambargo altında askeri kapasitesi sınırlı. Stratejik işbirliği içinde olduğu Çin ve Rusya'dan henüz somut bir destek gelmiş değil. Pakistan'ın desteği ise söylem düzeyinin ötesine geçmeyecektir.
Ankara ise, tıpkı 2024 Ekim'inde yaşanan gerilimde olduğu gibi, bu süreçte de diplomasi kanallarını devreye soktu. Cumhurbaşkanı Erdoğan; Trump, Suudi Veliaht Prens Muhammed bin Selman, İran Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi, Ürdün Kralı 2. Abdullah ve Suriye lideri Ahmed Şara ile görüşerek, savaşın yarattığı riskleri değerlendirdi ve çatışmaların durdurulması çağrısında bulundu.
İran ve İsrail halkının bir süre daha geceleri sığınaklarda geçireceği tahmin ediliyor. Bu sürecin gidişatında ise Trump'ın tavrı oldukça belirsiz. Saldırıyı nükleer müzakereler için bir baskı unsuru olarak gören Trump, savaşın yayılmasını istemese de Vaşington'daki bazı çevrelerin bu savaşı desteklediği biliniyor.
Aslında Ankara, bugün yaşananları aylar öncesinden öngörerek hazırlık yapmıştı. "Terörsüz Türkiye" süreci ile olası bir İran müdahalesine karşı iç cepheyi tahkim etme arayışına girmişti.
1 Ekim 2024'ten bu yana Bahçeli'nin açıklamaları ve Erdoğan'ın tutumu da bu bağlamda değerlendirilmeli. Ne yazık ki 90'lardan kalan "ünlü" aydınlarımız bu süreci sadece "demokratikleşme ve çözüm süreci" bağlamında okumakta ısrar ettiler. Oysa jeopolitik gelişmeleri titizlikle analiz etmeden Türkiye gündemini anlamak mümkün değil.
Tam bağımsız Türkiye'nin savunma sanayiine yaptığı yatırımların meyvesini topladığımız bir dönemdeyiz. Ancak bu alanda daha da mesafe kat etmemiz şart. Aksi hâlde, Devrim arabası gibi yolda kalırız.
Türkiye, son yıllarda dünya savaş doktrinlerine yaptığı katkılarla öne çıkıyor. İçerideki sorunlarımızı birlikte çözerek doğru adımlar atarsak, bölgesel ve küresel barışa bugün olduğundan çok daha fazla katkı sunabiliriz.