"Fatih" ağır gelmiş olacak ki taşıyamamış. Uyduruk bir "ön isim", ardına da eski Yunancadan "sefil"i eklemiş, olmuş sana sarhoş, düşkün ve sefil.
Sen kalk, Erdemli'nin bağrında, Torosların koynunda; düğünlerin davulunda harlanan, yaylaların serin nefesinde yoğrulan türkülerin arasında doğ. Silifke'nin yoğurduyla köpüren, halayların tozuyla savrulan, Yörük çadırlarının dumanıyla kokan bir kültür havzasında mayalan. Sonra da dön, Yunan'ın sefaletine tav ol.
Bu, kökünden kopmuş bir incirin dalda kuruyup çürümesinden daha acıklı değil midir?
Bir de utanmadan çıkıp "Fransız dostlarım istedi" diye övünmeye kalkıyor.
Bugün birileri çıkıp türkülerimizi zikrederek bu düşkünü savunmaya çalışıyor, "Bizim türkülerimizde de mecaz vardı, eskiler de şöyle derdi."
Hiçbir türkücü "ben gayim, ben LGBT'yim" diye sahneye çıkıp edepsizlik yapmadı.
Hiçbir ozan bir Yunan kelimesinin düşkünlüğüne sığınmadı.
Hiçbir halk sanatçısı Fransız'ın siparişiyle sazını çalıp kendini peşkeş çekmedi.
Mesele şarkı sözleri değil, mesele kimliğin, sapıklığın, batıya boyun eğmenin sahneye taşınmasıdır.
Cumhuriyet'in ilk yıllarını düşünelim.
Harf devrimi yapılmış, köylü imza atmayı bilmediği için parmak basıyor. Müslümanların dilini kesmek için ezan Türkçeleştirilmiş, şapka giymedi diye darağaçları kurulmuş. Millet radyonun başında nutuk dinlemek zorunda, gazetelerde tek satır muhalefet yok.
İşte tam o hengâmede Mabel Matiz sahneye çıksa, "üstüne atla...." dese, bir de utanmadan "Fransızlar istedi" diye böbürlense, Atatürk ne yapardı?
Çankaya sofralarında rakı içilirken, Siyonizm'in uşağı Falih Rıfkı not tutarken, Sofya valsleri medeniyet göstergesi diye çalarken, Matiz masaya sunulsa, dansöz oynatılan o masaların bile terbiyesini bozardı.
O dönemin ahlak anlayışı halkın ahlakı değil, devletin vitrin ahlakıydı. Ama o vitrin içinde bile Matiz'e yer yoktu.
Açık eşcinselliğini sahneye koysa, gökkuşağı bayrağını sallasa, ertesi sabah Beyoğlu Karakolu'nun nezarethanesinde bulurdu kendini. Şarkısı daha notaya düşmeden "topluma zararlı" damgasıyla toplatılır, kül olurdu.
Atatürk, Mersin'de "öz kaynağımız" diye parmağıyla işaret ettiği türküler capcanlı dururken, sefaletin adını kendine taç yapan kişiye sefaletin ta kendisini yaşatırdı.
Anadolu gezilerinde bozlak dinleyen, Rumeli havalarını yanına aldıran, Yozgat türkülerinin derlenmesini isteyen devletin başındaki adam masasında Mabel Matiz'in halini görseydi, hoşuna gidecek tek şey bu düşkünlüğün tasfiye edilmesi olurdu.
Takrir-i Sükûn Kanunu'yla memleketin üstüne demir bir örtü çekilmişti. Gazeteler kapatılmış, dergiler susturulmuş, "topluma zararlı" her şey yasaklanmıştı. Matiz'in şarkısı o gün çıksa, tartışmaya gerek bile duyulmaz, doğrudan İstiklal Mahkemesi'ne götürülürdü.
1931 Matbuat Kanunu'yla basın tamamen kıskaca alınmıştı. "Genel ahlaka aykırı" görülen her şey toplatılıyordu. Yani daha plak çıkmadan imha edilirdi.
1932'de Halkevleri kuruldu; türkülerin bile "millî ahlak" filtresinden geçirilmesi zorunluydu. Fransız siparişiyle yazılmış bir şarkı mı? Bırak sahneyi, Halkevi'nin eşiğinden içeri sokulmazdı.
Resimli Ay dergisi "yozlaştırıyor" diye baskına uğramıştı. Tan gazetesi "millî değerlere aykırı" diye basılmıştı.
Böyle bir atmosferde Matiz'in imaları yalnızca reddedilmez, düşünülmesi bile suç sayılırdı. Fransız siparişiyle şarkı yapmak ipi boynuna geçirmekti.
Atatürk'ün tavrı da net olarak, "Toplatın, susturun, bir daha duyulmasın" olurdu.
Ve o gün "Perperişan" İstiklal Mahkemesi'nin iddianamesi olurdu.
Hülasa, taşımayı yeğlediği etiketin manası kaderi olurdu.
Gençliğin önüne model diye konulan bu sefalet, nesilleri heder ediyor.
Evlatlarımızı bu zehirli sefaletten çekip almazsak, vicdanımız hoyrat melodilerde susturulacak, irfanımız lime lime edilip geleceğimiz yetim bırakılacaktır.