Mızrağı çalan kılıfı artık hazır edemiyor.
Oturun! Acı sözler edeceğiz.
Çünkü mesele hafif tertip bir tartışma değil; doğrudan varoluşsal bir saldırıdır.
Evladının gözlerine bakıp orada hayatın anlamını göremeyen bir insanın, dışarıda kazandığı makam da servet de tenekeden ibarettir. Ama bugün o gözlerin içine vitrinler girdi.
Bugün evimizin eşiğine kadar yürüyen vitrin, ışığıyla aklı, kesimiyle kimliği, sloganıyla merhameti törpülüyor. Moda, zevk olmaktan çıktı, görünmez bir disiplin, hoyrat bir sosyopatiğe dönüşerek kitleleri hizaya sokuyor.
Sosyologların panoramik çözümlemeleri bunu teyit ediyor. "Moda, tüketimi, kimliklenmeyi, sınıf duygusunu aynı potada markaya tercüme eder."
Ve bütün bu görünmez düzen, çocuğumuzun dolabında müşahhas hâle geliyor.
Çocuk kıyafet reyonları, küçük bedenleri yetişkin estetiğinin kalıplarına sıkıştırıyor.
Bir annenin "çocuğuma normal kıyafet bulamıyorum" feryadı kişisel değil; kümülatif bir çöküşün alametidir. Toplumsal bir alarm ve dahi toplumsal bir çığlıktır.
Görmezden gelinemez! Kıyafet değil, kelepçe! Moda değil, tahşidat!
Hazır giyim sektörünü inceleyen akademik çalışmalar açıkça söylüyor: "Çocuk bedenine yönelik imgesel baskı, çocuk gelişimiyle çelişen bir dayatmadır."
Tek tipleşme bedeni, reklamın zıpçıktı sloganları, vitrinlerdeki müphem bakışlar... Bunlar sadece ticari diskur değil, kültürel bir bühtan. Çocukluğu ellerimizden alıyorlar.
Sosyoloji kaderdir. Ama kader dediğimiz gökten inmiş yasa değil, bizim her gün seçimlerimizle yazdığımız satırdır.
Pergelin sabit ayağını titretmiş durumdayız. Kültürümüzden kaydıkça kimlik dilemmaya sürükleniyor.
Bugün çocuklarımızı koruyamazsak yarın Kudüs'ü savunamayız.
Kudüs'e yetişemedik, bari kırmızı çizgimiz artık çocuklarımız olsun.
Çünkü vitrin, tank kadar tehlikelidir. Orada toprak çalınıyor, burada masumiyet.
Peki ya "önemli" dediğimiz makamlar?
Toplumun önünde yıllardır gördüğümüz büyük adamlar?
Nerede o vukufiyet iddiasındaki aktörler?
Nerede resmi makamlarda, medyada, STK'larda yıllarca umut bağladığımız isimler?
Sessizlikleri, bu işgalin tahkimatı hâline geliyor.
Somut öneriler sunalım cirmimizce:
Çocuk bedenini yetişkin kodlarıyla pazarlayan kesim, poz ve vitrinlere açık imge yasağı.
Denetimi menfaatten arınmış bağımsız, otantik bir kurul.
Piyasaya çıkmadan önce "masumiyet etiketi" taşımayan kampanyaya kırmızı ışık.
Aile lehine hızlı uyarı ve ağır yaptırım yetkisine sahip bir meclis.
Müfredatta sürdürülebilir tüketim ahlâkı, onarma, dönüştürme, paylaşma kültürü.
İmdi.
Gazze için toplanmayı bildik, toplanıyoruz; toplanılsın. Ama çocuklarımız için neden aynı tahşidat yapılmıyor?
Gazze'de tank neyse, burada vitrin odur.
Bu bir tam işgal planıdır, önce dil, sonra imge, sonra kimlik.
Davos'un, Bilderberg'in uşağı olmuş ara elemanlara neden hâlâ meydan açıyoruz?
Niçin kendi kültürümüzün hakkını savunacak iradeyi büyütmüyoruz?
Dünya tarihinde Asurlu devletinden itibaren bütün medeniyetler kendi özgün eğitim ve kültür gelenekleriyle ayakta durdu. Başkasının kültürünü mukallitler eliyle kendilerine libas yapanlar medeniyet kuramadı.
Biz hâlâ hangi libası deniyoruz? Ve neden deniyoruz?
Diyanet'e çağrımızdır. Modanın çocuklarımıza yönelik işgaline karşı mihraptan bir hutbe bekliyoruz.
Bu siyaset değil, ahlâkî bir acil durum çağrısıdır. Hutbe, kalbe iner, evi korur, toplumu silkeler.
Diyanet'ten bu konuyu hutbeye taşımasını istememizin asıl sebebi, bir hutbenin sadece cami cemaatine değil, o hutbeyi fırsat bilip canı yanan kesimlerin eliyle bütün Türkiye'ye mal olmasıdır. Son dönemde görüldü ki, hutbe konuları yalnız mihrapta kalmıyor; farklı saiklerle de olsa her kesimin gündemine giriyor.
Allah dilerse bir fasık eliyle de dinini teyit eder ve kuvvetlendirir; işte hutbenin toplum çapındaki yankısı, bu hakikatin müşahhas ispatıdır.
Aynı çağrı RTÜK'e, Aile ve İletişim kurumlarına, Milli Eğitime de yöneliktir.
Mescid-i Aksa'yı, Kâbe'yi nasıl savunuyorsak; en az o kadar çocuklarımızı da savunmalıyız.
Çocuğunu koruyamayan, Kudüs'ü hiç savunamaz!