Canlı yayında İkbal Gürpınar'ın dile getirdiği söz hâlâ kulaklarımda çınlıyor! "Bize bu zulmü yapan askerlerin çoğunluğu Türk pasaportu olanlardı."
Bu cümle, sıradan bir yayın anı değil. Tarihten bugüne devam eden iç ihanet damarının güncel tezahürü.
Ne hazindir ki bu sözler ulusal haber sitelerinde ve gazetelerde yer bulmadı!
Emevî döneminde Abdullah b. Sebe'nin adı fitnenin sembolü hâline gelmişti. Taberî Tarih'inde Hz. Osman'a karşı isyanlarda onun rolü anlatılır. İbn Teymiyye de Fetvalar Mecmuası'nda bu ismi "bidatlerin kökü" olarak anmıştır.
Bu tespitler, ümmetin içten çözülmesinin bedelini gösterir. Osmanlı basını da bu sembolik figürü sıkça gündeme taşımıştır.
Mesela 1910 tarihli Sebilürreşad dergisinde, İslam dünyasındaki ayrılıkların kökeni anlatılırken "Sebeci fitne" örneği zikredilir.
Abbâsîler devrinde Bermekîlerin yükselişi ve tasfiyesi tarih kitaplarında yer aldığı gibi, dönemin toplum algısında da derin izler bırakmıştır. 19. yüzyılın sonlarında İstanbul'da yayımlanan Takvim-i Vekayi'de Abbasî geçmişinden bahsedilirken, "Bermekîlerin ihanet şüphesiyle bir gecede tasfiye edilmeleri" toplumsal hafızaya aktarılmıştır.
Endülüs'te 1066 Granada vakası, Yahudi vezir Yusuf b. Nagrela'nın Hristiyanlarla kurduğu ittifak sonrası patlak verdi. Maria Rosa Menocal'ın Dünyanın Süsü adlı kitabında Endülüs Yahudilerinin iki taraflı oynadıkları anlatılır.
Bu olay, Müslüman toplumun içindeki gevşemenin nelere mal olabileceğini gösterdi. O dönemin Endülüs kroniklerinde, halkın "ihaneti içeriden fark ettiği ama geç kaldığı" kaydedilir.
Selçuklu veziri Nizamülmülk, Siyasetnamede "dinden olmayan kâtip ve tercümanlara dikkat" diye uyarırken, devlet sırlarının dışarıya sızmasının Haçlılarla iş birliğine yol açabileceğini sezmişti.
Bu ikaz, sadece devlet adamlarına değil, ümmetin bütününe verilmiş bir ihtardı.
Osmanlı döneminde Yahudi bankerlerin mali sistemi ele geçirmesi, dönemin gazetelerinde de tartışılmıştır. Tasvir-i Efkâr gazetesinde 1870'lerde yayımlanan yazılarda, devletin dış borçlarının arkasındaki sarraf ağlarının (ki bunların hepsi ya Yahudi idi ya da Yahudi'ye hizmet edenlerdi) "Osmanlı'yı bağımlı kıldığı" eleştirileri yer alıyordu.
Stanford Shaw'un Osmanlı İmparatorluğu ve Türk Cumhuriyeti'nde Yahudiler adlı kitabında da bu tablo ayrıntılarıyla açıklanır.
Selanik dönmeleri ise özellikle II. Meşrutiyet basınında tartışma konusu olmuştur. Volkan gazetesi, dönmelerin siyasî ve ekonomik nüfuzunu ifşa eden sert yazılar yayımlamıştır.
Cumhuriyet'in ilk yıllarında İstanbul basınında "Filistin Meselesi" sıkça yer buldu. 1930'ların Cumhuriyet gazetesinde, Filistin'e Yahudi göçleriyle ilgili haberler yayımlandı; bu haberlerde Siyonist örgütlenmelerin Türkiye'deki uzantıları örtük ifadelerle işaret edildi.
Yine bir Yahudi olan Rıfat Bali'nin Betar Türkiye: Bir Siyonist Gençlik Hareketinin Hikâyesi kitabı, o dönemde Betar'ın İstanbul'da şube açtığını ve gençleri Siyonist ideolojiyle örgütlediğini belgeliyor.
İbn Haldun, Mukaddime'de toplumların çöküş sebeplerini şöyle anlatır, "Asabiyye (toplumların ilkellikten uygarlığa doğru ilerlemesini sağlayan temel toplumsal bağ) çözüldüğünde, lüks ve refahın peşine düşüldüğünde, adalet terazisi şaştığında, devletin yıkımı mukadderdir."
İşte bu gevşeme anlarını, içerideki ihanet odakları her zaman istismar etmiştir.
Nûreddin Zengî de bunun farkındaydı. Haçlılarla savaşmadan önce on iki yıl boyunca Şam ve Halep'te medreseler inşa etti, ulema kadrosunu güçlendirdi, hutbeler yoluyla ümmet bilincini diri tuttu. Ardından gözünü Mısır'daki Fâtımîlere çevirdi. Şîrkûh ve Selahaddin Eyyubî'yi göndererek 1171'de Fâtımî hilafetini sona erdirdi. Bu adım Kudüs fethine giden yolu açtı.
Yavuz Sultan Selim de aynı yolu izledi. Önce Çaldıran'da Safevî tehdidini bertaraf etti, ardından Mercidâbık ve Ridaniye'de Memlük düzenini sona erdirdi. Böylece Kudüs, Mekke ve Medine Osmanlı hâkimiyetine geçti.
Sultan Yavuz'un bu stratejisi, Nûreddin Zengî'nin çizgisinin Osmanlı'daki devamıydı. Ve aynı saikle.
Bugün Mısır'dan Ürdün'e, Körfez'den Suud'a kadar birçok İslam ülkesi, organize terör çetesi İsrail'le diplomatik ve askerî ilişkiler kurmuş durumda.
1979 Mısır/İsrail Barış Antlaşması, 1994 Ürdün/İsrail Barış Antlaşması, 2020 Abraham Anlaşmaları ve Suudi Arabistan'ın hava sahasını organize terör çetesi İsrail'e açması bunun göstergesidir.
Cumhuriyet döneminde Sabataycılar, Soyadı Kanunu'yla kimliklerini değiştirerek toplumun içinde görünmezleştiler. Marc Baer'in Dönme: Yahudi Dönmeler, Müslüman Devrimciler kitabı, bu cemaatin bürokrasi ve sermayedeki rollerini belgeler.
Yahudi Rıfat Bali'nin Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri çalışması ise bu grupların Cumhuriyet kurumlarında üst düzey görevler aldıklarını ortaya koyar.
Diyanet başta olmak üzere MEB'e ve dahi birçok kuruma kadar uzanan Siyonizm'e hizmet eden yönetici ağı!
Bütün bu tarihî arka plan, Gazze'deki maskeli balonun bağlamını kuruyor.
İkbal Gürpınar'ın sözleri, tarihin bize yüzyıllardır anlattığı hakikatin güncel izdüşümüdür.
Ulusal medyanın bu ifadeyi görmezden gelmesi bir örtme refleksi midir bilmiyorum!
Ama tarih bize şunu öğretir, maskeler ne kadar kalın olursa olsun, yüzün izi kalır. Gazze'de maskeli balo sürüyor, maskelerin ardındaki yüzler ise büyük ihtimalle bizim istihbarat dosyalarımızda kayıtlı!
"Sosyoloji Kaderdir" tezim bağlamında Prof. Dr. Alev Erkilet hocamla bir sosyoloji yolculuğuna çıktım. Kendisine, bilim olarak adlandırılması 19. yüzyılda literatüre girmiş olsa da sosyoloji tarihimizin aslında Kabil ile başladığını söylediğimde, Alev hocam bu tespiti yerinde bulmuş ve takdir etmişti.
Demem o ki ne sosyoloji 1839'da Auguste Comte ve Émile Durkheim ile doğmuştur, ne de Siyonizm 1897'de Theodor Herzl'in kongresiyle ortaya çıkmıştır.
Her ikisi de bin yıllardır en yakınımızdadır.
Bugün sosyolojik olarak içimizdeki gevşemeye yol açan sebeplerin başında ise kanaatimce "Manevi mafyalar" meselesi gelmektedir.
Bir sonraki yazımda bu konuya değinmeye gayret edeceğim.