Üstat Nuh Albayrak'ın "Arap liderler"in Gazze ihanetinin sorumlusu "Türkler"dir! yazısını okuyunca, bu enfes araştırma yazısına "belki küçük bir katkı yapabilirim" diye düşündüm.
*
Bu coğrafyada birileri "Türk'ü" putlaştırırken, İslam'ı susturdu.
"Ne mutlu Türküm diyene" yazılan cümlenin altında hangi niyetin olduğu sorgulandı mı bilmiyorum.
Ancak bugün bu cümleyi birliğin değil, ayrışmanın işareti olarak okumak mecburiyetindeyiz.
Çünkü bu topraklarda "Türkçülük" adıyla örgütlenmiş olan şey, Türk'ün değil, Türk'ü devre dışı bırakmak isteyen bir üst aklın etnik mühendisliğiydi.
Türkçülük diye yüceltilen şey, batının pozitivist laboratuvarlarında üretilmiş seküler bir kimlik kurgusuydu.
Ziya Gökalp, Diyarbakırlı, Suriye kökenli, Kürt bir adam. Modern Türk kimliğini inşa eden kişi olarak tarih kitaplarına geçmiştir. Milliyetçilik tarifini Durkheim'dan, Comte'tan alır. Ümmeti uluslaştırır, dini folklorikleştirir.
Ruşenî Eşref'in kaleme aldığı, "Din yok, millet var" adlı 1926 tarihli risalede bu aklın özü açıkça dile getirilir; "Bizim kutsal kitabımız ulusalcılıktır." Atatürk'ün bizzat "Aferin! Alkışlar!" notu düşerek onayladığı bu metin, bir inkılap değil, ilhadın resmi beyannamesidir.
Tevfik Fikret'in Haluk'un Amentüsü'nde dile getirdiği "Ne şeytan ne melek var... Tanrıyı tahtından indirdik" dizeleri, poetik tanrısızlık manifestosudur.
Teoman Duralı hocanın tarifiyle, bu yeni sistem "Tanrıyı kıskanan bir insanoğlu" tarafından inşa edilmiştir.
Ahmet Vefik Paşa'nın Şecere-i Türkî çevirisi, Süleyman Paşa'nın askeri mekteplerde Hun tarihi okutması, Ali Suavi'nin Paris'ten çıkardığı Ulûm gazetesi... Bütün bunlar İslam'dan bağımsız, hatta onun rakibi olarak kurgulanan bir "millet" tahayyülünün yapı taşlarıdır.
Ahmet Kabaklı, "Temellerin Duruşması" eserinde, masonluğun Siyonist bir zeminle Osmanlı'ya Tanzimat süreciyle sızdığını, İttihatçılar aracılığıyla Cumhuriyet'in içine entegre edildiğini belirtir. 1908'de İttihatçıların omzuna binerek iktidar olan masonlar, "Kardeşlik, Hürriyet, Eşitlik" sloganlarıyla devleti azınlıklara açmış ve Sevr'e götüren zemini hazırlamışlardır." der.
Bu çizgi, II. Meşrutiyet döneminde Türk Derneği (1908), Türk Yurdu (1911), Türk Ocakları (1912) ile devlete taşınmış, 1937'de "Altı Ok" anayasaya girdiğinde devletin dini "İslam'dır" ibaresi kaldırılmıştır.
Siyonist Nili Teşkilatı'nın "kahramanı" sayılan casus Sarah Aaronsohn'un cilveleri karşısında zaafına yenik düşen Cemal Paşa, yaveri tarafından yatakta bizzat fotoğraflanmıştır. O yaver ise, yalnızca bir Osmanlı subayı değil, aynı zamanda İngiliz istihbaratına çalışan Falih Rıfkı Atay'dır. Bugün rejimin "edebiyat duayeni" olarak pazarlanan bu isim, aslında Siyonist bir kadın ajanın kurduğu istihbarat tuzağının aktif bir unsurudur. Nuh Albayrak'ın ifadesiyle, "yapmadığı bölücülük ve zulüm kalmamış" bir paşanın yaveri olmakla kalmamış, ihanetin bizzat içinde yer almıştır. Ve işte bu kişi, 1932 tarihli "Moskova-Roma" adlı kitabında gençlik için şu ideolojik reçeteyi önermiştir: "Mussolinizm'in disiplin metotları ile Leninizm'in yığın terbiyesi, Cumhuriyet genci yetiştirmekte bizim için rehber olacaktır."
1935'te yürürlüğe giren "CHP kadrolaşma yasası"yla birlikte valiler, kaymakamlar, müsteşarlar doğrudan CHP teşkilatının yöneticisi olmuştur. Halkevleri, Siyonist-batıcı kültürün yerli taşıyıcısı hâline getirilmiş, gazeteciler, akademisyenler, memurlar bu yapıya hizmet etmek zorunda bırakılmıştır.
Siyonist akıl, Türkiye'de laiklik adı altında İslam'ı ötekileştirmiş, milliyetçilik adı altında ümmeti parçalamış, modernleşme adı altında batıya teslimiyeti kutsamıştır.
Bu dönüşümün "önderleri" arasında, kimlikleri karartılmış ve kökenleri muğlak bırakılmış bazı figürler özellikle ön plana çıkarılmıştır. "Beyaz Türk" tabiriyle tanımlanan bu zümre, halktan değil, halkın üzerinde şekillenen, yerli değil, yerli kılığına girmiş bir sınıftır.
"Beyaz Türk" figürü bu sistemin sadık mürididir. Batıya bağlı, laikliğe mezhebi sadakat gösteren, İslam'a kuşkulu gözle bakan, Siyonizm'e göz kırpan Davos ve Bilderberg'ten talimat alan bir güruh.
Yine Duralı hocanın tabiriyle, bunlar "Modernizmin seküler papazlarıdır."
İşte "Ne mutlu Türküm diyene" sloganı, bu papazların icadıdır. Bir yandan Türklüğü putlaştırır, diğer yandan Türk milletinin asıl değerlerini; İslam'ı, tarihselliğini, Arap ve Kürt kardeşliğini sistematik biçimde tırpanlar.
Yani maksat, etnisite değil, itikattır.
Eş zamanlı ise Betar adlı Siyonist gençlik örgütü Türkiye'de faaliyet göstermektedir. Rıfat Bali'nin "Betar Türkiye" kitabında detaylarıyla belgelenen bu süreçte, Filistin'e gönderilmek üzere Siyonist kadrolar coğrafyamızda örgütlenmiştir.
Aynı yıllarda Kur'an kursları yasaktır. Medreseler kapalıdır. Camiler susturulmuştur. İslam'ın çocukları susturulurken, Siyonist gençler bu topraklarda fidan gibi büyütülmektedir.
Türk, Kürt ve Arap, aynı ümmetin evlatları olmaktan çıkarılıp, birbirinin "ötekisi" hâline getirilmiştir.
Sömürgeci akıl, Arap coğrafyasını İngiliz haritalarıyla parçalarken, coğrafyamızı ise laiklik kisvesiyle mayınlamıştır.
Kıbrıs'ta yaşadığı ahir ömründe her fırsatta pişmanlığını dile getirmiş olsa da Şerif Hüseyin'in İngilizlerle iş tutarak başlattığı ihanet hattı, Cumhuriyet döneminde kendi versiyonunu bulmuş; Kürt medreselerine polis baskınları yapılırken, Arap camiasına "geri kalmış ümmet kalıntıları" gözüyle bakılmış, Türk ise bir "üst kimlik" adı altında ümmetin diğer unsurlarına tahakküm aracı yapılmıştır.
Sykes–Picot haritası Arap topraklarını böldüyse, Maarif Vekâlet'inin müfredatı da Anadolu'daki ümmet bilincini parçalamıştır.
1925'te Şeyh Said kıyamı bastırılırken, Ankara'daki "rejim muhafızları", İslam'ın siyasi-ahlaki direncini kırmak için doğuyu yalnızca coğrafi değil, teolojik olarak da ötekileştirdi.
Aynı dönemde, Mısır'da İhvan-ı Müslimin'in kurucusu Hasan el-Benna, İngiliz sömürüsüne karşı ümmet bilinciyle direnirken, Türkiye'de İskilipli Atıf Hoca, Siyonist maskeye itiraz ettiği için idam ediliyordu.
Bu iki kader, Arap ve Türk coğrafyasının aynı tasarımla nasıl çözüldüğünü gösteren kanlı birer mühürdür.
Kripto Türkçülük, sadece Türklüğü İslam'dan koparmakla kalmamış, Kürt'ü evinde yalnızlaştırmış, Arap'ı da Mescid-i Aksa'nın dışında bırakmıştır.
Ümmet coğrafyasını dil, ırk ve rejim bariyerleriyle bölen her proje, "milli" gibi görünen ama "küresel" mahfillerin siparişiyle hazırlanmış bir tasarımdır.
Bugün Gazze'de çocuklar katledilirken, "İsrail'in güvenlik hakkı vardır" diyen bazı sözde Türkçülerin peyda etmesi boşuna değildir.
"Kripto Türkçülük", ümmete giydirilmiş bir Siyonist tasmadır. Kimlik inşası adı altında yapılan şey, ümmetin kolektif hafızasının imhasıdır.
Bu kolektif imhanın ideolojik zemini, 1930 İstanbul Devlet Matbaası'nda, Atatürk'ün kurucusu olduğu Türk Tarih Kurumu tarafından bastırılmış; Afet İnan, Reşit Galip ve Yusuf Akçura gibi isimlerin kaleme aldığı "Türk Tarihinin Ana Hatları" adlı metinle kurumsallaşmıştır.
Kitap, Türk kimliğini İslam'dan, ümmetten ve hatta nübüvvet çizgisinden koparıp seküler-ırkçı bir temele oturtmak için yazılır.
Bu kitapla Kur'an dışlandı, hilafet ve Resulullah'ın hatırası tarihten kazınmaya çalışıldı. "Suyu Arayan Adam" kitabında Şevket Süreyya Aydemir bu yüzden, "Sivas, Tunceli, Bingöl, Erzincan ve Erzurum seyahatlerimde, halkın, Peygamber Efendimizin isminin 'Muhammed' olduğunu bilmiyor oluşu bütün ümitlerimi kırmıştı" der.
Arap, Kürt ve Türk aynı kıblede saf tutarken, biri üstün, biri aşağı, biri yok sayıldı.
Yusuf Akçura'nın "Üç Tarz-ı Siyaset" isimli eseriyle başlattığı "İslamcılık yerine Türkçülük" eksenli yaklaşım, bu kitapta kurumsallaşmış, resmî ideolojiye dönüştürülmüştür.
Özellikle Akçura ve Afet İnan, Türk tarihinin İslam öncesine çekilerek yeniden tanımlanmasında ve Arap-Acem etkisinin dışlanmasında öncü rol üstlenmişlerdir.
Ümmetten millete, milletten etnokrasiye giden yol, işte bu "ana hatlar"la döşendi.
Ve biz, hâlâ bu tasarımın yıktığı yeryüzünde öksüz ümmet parçalarıyız...