Sayın Beytar, siz 28 Şubat davasını başından sonuna kadar takip edip mağdurların avukatlığını yaptınız. 28 Şubat davasında ‘’Türkiye Cumhuriyeti hükümetini cebren devirmeye, düşürmeye iştirak’’ suçundan yüzden fazla kişi yargılandı ve yirmi bir sanığa mahkumiyet kararı verildi. Bu kararlar mağdurlar tarafından nasıl karşılandı?
28 Şubat davası yargılaması Türk yargı tarihinde ve darbeler tarihinde bize bir ilki yaşattırdı. 60 darbesi, 71 muhtırası, 80 darbesinin failleri maalesef yargılanamadı. Yargılayabilecek bir irade ortaya çıkmadı. Darbeler yapılır, siyasetçiler de ceketini alıp kaçarlardı. Ama 28 Şubat Post-Modern darbe sürecinden bu yana uzun bir süre geçmesine rağmen bu darbe faillerini yargılayan bir siyasi irade ortaya çıktı. Ve o siyasi iradenin inşaa ettiği demokratik zemin üzerinden yargı, demokrasinin askıya alınması ve askıya alınanların da cezasız kalmaması adına bir cesaret örneği gösterdi. Daha doğrusu hukuka bağlılıklarını bu davayla ispatladılar. Çünkü daha önceden buna benzer bir girişim söz konusu olmuştu. Adana savcısı rahmetli Sacit Kayasu 80 darbesi failleriyle ilgili bir iddianame hazırlamıştı. Onun başına gelenleri biz daha sonraki süreçlerde okuduk. Ve o iddianame hazırlanmasından dolayı da HSYK tarafından görevden ihraç edildi. Ta ki zannedersem 2010’larda görevinin iadesiyle ilgili ilginç bir süreç başlatıldı fakat bu kez de o kabul etmedi. Akabinde de rahmete kavuştu. Dolayısıyla 28 Şubat davası sonucundan ziyade faillerin almış olduğu cezaların niteliği veya sayısından ziyade yargılamanın bu şekilde yapılmış olması ve bir mahkeme tarafından o sürecin bir darbe olduğunun tescillenmesidir. Bu dava 104 sanıkla başladı. Bu 104 sanığın 103’ü asker kökenli, biri de dönemin YÖK başkanı Kemal Gürüz. Yargılama süresince yargılama bitene kadar bu sanıklardan üçü öldü. Geriye 101 sanık kaldı. Bu yargılama neticesinde de biz anladık ki Türkiye de belli mitleri veya belli mekanizmaları, yanlış oluşturulmuş mekanizmalarla karşı mücadele etmenin çok kolay olmadığı inancı bizde pekişti. Çünkü o vesayet makamları devletin kuruluşundan itibaren maalesef sivil siyaset üzerine bir sopa olarak kendini orada konumlandırmıştır. Darbe sonrasındaki süreçleri de kendi lehlerine oluşturacak şekilde yasal düzenlemelerle güvence altına almışlardır. İşte tüm bu olumsuzluklara rağmen 28 Şubat sürecinin üzerinden yaklaşık 20 yıl geçmesine rağmen, en azından darbeyi gerçekleştiren o konsorsiyumun BÇG ayağını yargı önüne çıkarma imkânı oluştu ve yargılaması da yapıldı. Bu yönüyle Türkiye demokrasi tarihi anlamında önemli bir aşamaydı. Ancak sivil ayağının bugüne kadar çıkartılmamış olması ve üzerine gidilmemesi Türkiye demokrasisi için de bir ayıp olarak karşımızda duruyor.
Şuanda cezaevinde yatmakta olan 28 Şubat mağduru kaç kişi var?
Doğrudan 28 Şubat süreciyle bağlantılı mağdurların tamamı tahliye edildi. 28 Şubat darbesinin doğrudan mağdurlarıyla ilgili adaletin tecelli etmesi için büyük bir çaba gösterildi. Mağdurların önemli bir kısmı bu süreçte tahliye edildi. Daha sonra yapılan yargılanmalar sonucunda sürecin darbe olarak tescillenmesinden sonra cezaevinde olanlar da tahliye edildi.
“1991’DE TOPLUM MÜHENDİSLİĞİ ÇALIŞMASI YAPILMIŞ”
1994 yerel seçimlerinde ilk defa İslami kimliğiyle ön plana çıkan Refah Partisi’nin büyük bir başarı kazanması ve bir yol sonrasında yapılan genel seçimlerde birinci çıkması askeri kesimde “irtica” ve “şeriat” paranoyalarına neden oldu. Askeri kesimin böyle bir tepki göstermesini neye bağlıyorsunuz?
28 Şubat davası sırasında darbe klasörlerinin içerisinde bir belgeye rastladım. 1991’de hazırlanmış bu belgede Yavuz Psikolojik Harekat Planı yer alıyordu. O planda Türkiye toplumunun geleceğiyle ilgili bir mühendislik çalışması yapılmış. Bu belgeye göre Türkiye toplumunun önemli bir kısmının dini hassasiyetlerinin olduğu ve dolayısıyla önümüzdeki on yıl içerisinde Türkiye siyaset tarihine siyasal İslamcılar hükmedecek. Bunun önüne geçilmediği takdirde Türkiye’nin sistem değişikliğine gidecek. Bundan dolayı bir tercih yapılması gerekiyor. Siyasal İslamcılara karşı mücadelenin iki yolu var: Ya doğrudan mücadele etmek ya da daha ılımlı gözüken Fetullah Gülen’in desteklenmesiyle tehlikenin bertaraf edilmesini sağlamak. 1991 yılında hazırlanmış o belge çok açık şekilde gösteriyor ki bu planı hazırlayanların öngörüleri toplumu doğru okuduklarını ve dengeleri çok sağlıklı bir şekilde tespit ettiklerini ortaya koyuyor. Bu plandan 3 yıl sonra 1994 seçimlerinde Refah Partisi ne yaptı? İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerin belediye başkanlığını kazandı ve akabinde de yapılan genel seçimlerde birinci parti olarak çıktı. Bunun hem batıda uluslararası güçler nezdinde hem de o güçlerin Türkiye uzantılarında ciddi bir korku ve endişe uyandırdığı açıktır. Biz bunu dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’nın ölmeden önce yazdığı Bir Asker Bir Diplomat kitabından anlıyoruz. Erkaya bu kitapta, Refah Partisi’nin iktidar olmaması veya hükümette yer almaması için Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz’a nasıl baskı kurduklarını, uluslararası güçlerle nasıl irtibat kurduklarını, rahmetli Erbakan’ı vazgeçirmek ve korkutmak amacıyla ne tür planlar yaptıklarını çok açık bir şekilde dile getiriyor. Dolayısıyla bu tabloya baktığımızda sorunuzun cevabı ortaya çıkıyor. O süreçten başlayan bir plan, bir toplum mühendisliği, siyaseti yeniden tasarlama anlayışı zaten mevcuttu. Refah-Yol hükümetinin kurulmasıyla o mühendislik çalışması devreye sokulmuş oldu.
“YAHUDİ LOBİSİ ERBAKAN HÜKÜMETİNİ DEVİRDİ”
Davalardan yola çıkarak ordu içindeki klikler ve baskı-çıkar grupları gibi iç aktörler veya dış güçlerden hangisinin 28 Şubat sürecinde temel etken olduğunu söyleyebiliriz?
28 Şubat sürecinde ordu içerisinde aktif olan özellikle Batı Çalışma Grubu ve onların alt birleşenleri ile üstteki akıl hocalarından yola çıktığınız zaman BÇG’nin uluslararası gücün Türkiye bürosu olduğu düşüncesi kanaatindeyim. Çünkü o dönemde Amerikalıların beyanları var, Dışişleri Bakanlığı’nın beyanları var. Bunlar aslında orduyla hükümeti devirmeye çalışmayın ama hükümeti de ayakta bırakmayın şeklinde tavsiye ve telkinler söz konusudur. O dönemin gazetelerine yansıyan beyanlar var. 31 Mayıs 1998’de ABD’deki Yahudi lobisinin etkili kurumu olan JINSA, Erbakan hükümetini kendilerinin düşürdüğünü itiraf etti. Öte yandan Çevik Bir’in ABD’de, Yahudi lobisi olan JIMSA’nın bir resepsiyonunda söylediği “28 Şubat bin yıl sürecek” şeklinde beyanatı var. Ondan sonra ABD Dışişleri Bakanlığı da “Demokrasi içerisinde kalarak bu işin halledilmesi gerektiği” şeklinde bir açıklama yapıyor. Aslında kasıt şu, “ben seni istemiyorum ama askeriyenin eliyle gitmesini de tasvip etmiyorum, çünkü bana zarardır. Ama sizin de orada kalmanızı istemiyorum” şeklinde bir mesajdır. Dolayısıyla o merkez Amerika merkezi ve Yahudi lobisinin olduğu merkezde bu tür planlar FETÖ’den beri var. Hatırlarsınız Obama iktidara geldikten sonra, darbeyle devrilen İran başbakanı Muhammed Musaddık’ın Amerikan ve İngiliz istihbaratı tarafından düşürüldüğüne dair itirafları var. Dolayısıyla 28 Şubat post-modern darbesinin planlama şekli ve akıl hocalarının da oradaki merkezlerde olduğu çok açıktır.
28 Şubat mağduriyetleri sadece Batı Çalışma Grubu’ndan mı kaynaklandı? 28 Şubat’ın bir askeri ayağı vardı, bir de sivil toplum, basın, iş adamları ayağı. Şimdiye kadar neden askeriyenin dışında bir yargılanma olmadı?
Bunun üzerine epey konuşmalarda söz konusu oldu. Hatta Batı Çalışma Grubu o darbeci yapının askeri ayağı. Yani ihale altında bırakıldı, fakat uluslararası olan partnerleri darbe yapılmasının çok doğru karşılanmayacağı saikiyle askerlerin eliyle değil de onların diğer bileşenleri olan sivil toplum eliyle yapılması gerektiğine dair bir plan önlerine koydu. Ve hatırlarsanız o dönemde bu sefer sivil toplum eliyle bu işin gerçekleşmesi gerektiğine dair brifingler var. Genelkurmay Karargahında Nisan ve Haziranın ilk haftasında meşhur brifingler verildi. Ve orada açıkça bu darbenin sivil örgütler tarafından yapılması gerektiğine dair görüşler ileri sürüldü. Dolayısıyla bu bakış açısıyla etkin olduğu bir süreçti. Batı Çalışma Grubunun tek başına yapmış olduğu bir çalışma olduğu çok açıktır. Bu sürecin medya ayağı, sivil toplum ayağı, üniversiteler ayağı vardı. Ama bir türlü bunlara dokunulmadı. 28 Şubat davası soruşturmasının başladığı dönemde yargıda ve devlette, FETÖ’cülerin çok hakim olması ve askeriyedeki bu soruşturmanın da kendi adamlarına yer açma, diğer sivil ayaklarında ise muhtemelen belli kararlar alınarak bu süreç uzatıldı ve bugüne kadar getirildi. Dolayısıyla 28 Şubat sürecinin sivil ayağına bugüne kadar dokunulmamış olması hem Türk demokrasisi açısından hem de yargı tarihi açısından kara bir leke olarak karşımızda duruyor. Bunun üzerine gidilmesi gerekiyor. Çünkü siz darbecilerin üzerine gitmediğiniz sürece darbeciler bu cezasızlık politikasından cesaret alarak her on yılda bir operasyon yapar. Siyaset tarihini, siyasi mekanizmayı, toplumu ciddi manada elden geçirmişlerdir. Ama 28 Şubat yargılamasıyla beraber darbeciler, artık darbe faillerinin cezalandırıldığını anlamış oldular. İnşallah bundan sonra böyle bir girişimle süreçle karşılaşmayız.
28 Şubat sürecinde Genelkurmay Başkanlığı tarafından siyasilere, iş insanlarına, sivil topluma ve yargıya yönelik birçok brifing verildi. Bu brifinglerden birisi de ‘’NATO konseptini değiştirdi, biz de buna uyum sağlıyoruz‘’ şeklindeydi. TSK verdiği brifinglerle nasıl toplumsal bir mühendislik çalışması yaptı?
97 sürecinde Nisan ve Haziran ayında iki tane brifing verildi. Nisandaki brifing sivil toplum ve üniversitelere verildi. Haziran başındaki brifing de yargı organlarına ve medyaya verildi. Ve o brifingin mahiyetini de ortaya çıkaran kişi o dönemin gazetecilerinden biri olan İsmet Berkan’dı. Batı Çalışma Grubu ve Meleklerin Cinsiyeti adında bir makale yazmıştı o zaman. Bu tür darbe faaliyetleri, darbe girişimleri Türkiye menşeili bir fikir olmadığı herkesçe biliniyor. Dolayısıyla devletler kurulurken de bu uluslararası suç şebekeleri hangi hükümetin başta kalması gerektiğini, hangi hükümetin başta kalmaması gerektiğini kendi aralarında bir karara bağlıyorlar. Ve olabildiğince kendisi gibi düşünmeyen hükümetlere ya el aşağı etmek veya olabildiğince işlerini zora sokmak anlamında bir politika izliyor.
DENİZ KUVVETLERİ KOMUTANI BAŞBAKAN’A RANDEVU VERMEDİ
97’de Refah-Yol hükümetini düşürerek yaptılar. Şimdi ise Ak Parti hükümetinin elini zayıflatmak amacıyla her türlü uluslararası ekonomik, siyasi, kültürel politikaları ve engellemeleri çok rahat bir şekilde hayata geçirebiliyorlar. Dolayısıyla 15 Temmuz darbe girişimi de Türkiye kaynaklı, Türkiye’deki suç örgütünün tek başına yapmış olduğu veya karar vermiş olduğu bir darbe girişimi olmadığı çok açıktır. Başka ilginç bir örnek vereyim, Güven Erkaya yazdığı kitabında diyor ki, “Rahmetli Erbakan Hoca benden randevu istedi, ona randevu vermedim.” Bir başbakan Deniz Kuvvetleri Komutanı’ndan randevu isteyecek ama alamayacak. Öte taraftan Zaman gazetesinin sahibi FETÖ’cü Alaattin Kaya, Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir ile istediği zaman görüşebiliyor. Bir tarafta seçimle işbaşına gelen bir başbakan var, ve o bürokrat o başbakana tabii olması gerekirken, hatta başbakan o bürokratı kendi ayağına çağırması gerekirken çağıramıyor, randevu istiyor alamıyor. Diğer tarafta ise bir gazetenin sahibi çok rahat bir şekilde Çevik Bir ile görüşebiliyor. Böyle iç içe geçmiş yapılar, suç örgütleri zinciri var.
28 Şubat sürecinde en çok tartışılan konulardan biri de kamusal alandı. Kamusal alan bahanesiyle inanç sahiplerinin dini sembolleri hayatın hemen her alanında kullanmaları engellenmeye çalışıldı. Sizce kamusal alan devlet dairesinin sınırından çıkmış mıydı?
Türkiye’de bize özgü bir laiklik anlayışı var. Batıdaki laiklik anlayışıyla bizdeki laiklik anlayışı birbirinden tamamen zıt kavramlardır. Kamusal ve özel alan ayrımı da bizdeki Jakoben ve militarist anlayışının üretmiş olduğu bir düşünceydi. Maalesef biz de toplum olarak o kavramları tartışır hale geldik. Kamusal ayrımla özel hayatı siz tatbik ettiğiniz zaman o zaman bu tolumda yaşamanın bir anlamı olmadığı gibi yaşamak bile çok zorlaşır. Dolayısıyla bu kamusal alan ayrımı meselesi aynen bu darbe planlayanların belli merkezden oturup masa başı ürettiği fikirler ve düşünceler olup, toplumun içerisinde ihraç edilen, bizim de bilerek veya bilmeyerek alıp tartıştığımız, bazılarımızın taraf olduğu bazılarımızın karşı olduğu bir anlayış olarak karşımıza çıkıyor. Baştan itibaren bunun terk edilmesi gerekirdi. Bizdeki özgür laik anlayışı gibi o anlayışın da baştan itibaren reddedilmesi gerekiyordu.
“BÇG’NİN YARGILANMASI DEMOKRASİ TARİHİMİZ AÇISINDAN BİR İLK”
27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerini düşündüğümüzde ilk defa 28 Şubat’ın darbeci generalleri yargılandı. Bu durum yeni Türkiye için neyi ifade ediyor?
Yeni Türkiye için aslında çok şeyi ifade ediyor. Darbeler 60’tan sonra neredeyse her on yılda bir sivil siyasete ayar vermek ve topluma yakıcı ve yıkıcı sonuçlar doğuran politikalarla bu suçları işliyorlardı. Çünkü karşılarında onlara direnç gösterebilecek bir sivil siyaset erki yoktu. 60 darbesinde de 70 muhtırasında da 82 darbesinde de öyleydi. Sivil siyaset, askeri darbelere karşı direnmekten acizlik içerisindeydi. Dolayısıyla bunlar da bu acizliklerini bilerek her on yılda bir veya on beş yılda bir o sivil siyasete ayar verme ve toplum mühendisliği gibi yakıcı-yıkıcı politikalarını hayata geçirme amacıyla girişimleri oluyordu. Darbeler sonrasında da kurulan mekanizmalarla kendilerine hukuki ve anayasal yollarla güvence altına alıp daha sonraki süreçlerde hayatlarını devam ettiriyorlardı. Ama 28 Şubat post modern darbesinin yargılama sürecinin başlamasıyla beraber darbecilerde ciddi bir korku oluştu. Peki neden? Biz yaptığımız eylemlerden dolayı mı hakim karşısına çıkacağız? Ceza almamış olsalar dahi darbe fiilini işlediği iddiasıyla mahkeme huzuruna çıkmış olması bile Türk siyasi demokrasi açısından ve Türkiye’deki yargı tarihi açısından ciddi bir kazanımdır. Bu demokrasinin güçlendirilmesi anlamında ve darbecilerin de korkutulması anlamında bir ilkti ve güzel bir zemindi. Ama daha iyi normlar içerisinde de işletilebilirdi. Sivil ayaklarına ulaşabilirdi ama bunun yapılmamış olması eksiklik. BÇG’nin sadece yargı önüne çıkarılıp yargılanması dahi siyasi ve demokrasi tarihimiz açısından, hukuk uygulamalarımız açısından bir ilkti. Bu durum darbe düşüncesine kendisini hazırlamış olan darbeciler için, korkutucu, caydırıcı bir mekanizma olarak karşımızda duruyor.
Sayın Beytar, siz aynı zamanda Genel Kurmay Çatı davasında da müştekileri temsilen müdahilsiniz. 15 Temmuz’da Türkiye’yi iç savaş çıkararak işgal etme amaçlı TSK’ya sızmış FETÖ’cü hainlerin darbe girişimini 28 Şubat 1997 post modern darbenin devamı olarak görebilir miyiz?
Genel Kurmay Çatı Davasına ara sıra gidiyorum. Ama Akıncı Üssü olarak bilinen ve kamuoyu 486 sanık olan davanın baştan sona kadar takip eden tek avukatıyım. O süreci yakinen yaşadım. O gece hanımımla beraber Külliye’nin önündeydik. Allah bir daha öyle geceleri yaşatmasın. Baştan itibaren şunu söylüyorum, darbeler bizim toplumumuzun içerisinden gelen bir anlayışın ürünü değil. Uluslararası güçler, uluslararası suç örgütleri var. Dolayısıyla bunlar dünyaya hakim olmak istiyor. Bunların farklı inanç ve ideolojilerden beslendiği çok açıktır. Bırakın 15 Temmuz darbe girişimini 17-25 Aralık yargı darbesi de aynı bu düşüncenin bir ürünüdür. Uluslararası networkü olan, daha doğrusu uluslararası suç örgütlerinin Türkiye yapılanması olarak karşımıza çıkan bir örgüte ihale edilen bir süreçtir. Hem 17-25 Aralık hem de 15 Temmuz darbe girişimi bunun bir sürü doneleri söz konusudur. Başka örgütlerin uzun süreden beri Amerika’da yaşıyor olmaları orada daha rahat hareket ediyor olması Akıncı Üssü’ndeki sivil imamların o gece Gülen ile yapılan telefon bağlantısı, darbe sürecinin 3’ten 9’a, 9’dan 21’e almış olmaları bu kararların hepsinin oradan karara bağlanıp buraya iletildiğini gördük. Başka bir örnek vereyim, İncirli’deki Amerikalı generalle Akıncı Üssü’ndeki komutanın gece boyu süren görüşmeleri var. Bunlar Akıncı davasından yargılanıyor. Dolayısıyla bunları bir araya getirdiğimiz zaman geçmiş uygulamaları da buraya koyduğumuz zaman Türkiye’deki bütün darbe fiilinin ana üretim merkezinin uluslararası suç örgütleri ve mekanizmaları olduğunu, Türkiye de de onların uzantıları olduğu çok açıktır. Bu 80 darbesinde de aynı şekildeydi, Batı Çalışma Grubu da o şekildeydi. 15 Temmuz darbe girişiminde de yargı darbe girişiminde de aynı fotoğraflarla aynı aktörlerle icra edildiğini çok açık bir şekilde görebiliyoruz.
“FETÖ HÜCRE YAPILANMASINA SAHİP BİR ÖRGÜT”
15 Temmuz darbe girişimiyle askeri vesayetin de sona erdiğini söyleyebilir miyiz?
Karşınızda 40-50 yıllık geçmişi olan bir örgüt var. Bu örgüt ciddi bir gizli yapılanma içerisine girmiş, hücre yapılanması dediğimiz sisteme sahip. Bu hücre yapılanmasında en fazla 2 kişi birbirini tanıyor. FETÖ böyle bir yapılanmaya sahip. Bunun dışında, ulusal-Kemalist dediğimiz 60 darbesi ve 80 darbesinin zihinsel olarak devamı olan yapılar var. Dolayısıyla bu yapılar ne kadar tasfiye edildi veya ne kadar TSK içerisinde mevcuttur? Türkiye’de siyasetçi cesaretli olduğu sürece, hukuka bağlı adaleti hazmetmiş hakim ve savcı olduğu sürece Türkiye’de darbe yapılması çok kolay değildir. Eğer biz bunu sağlayabilirsek, Türkiye’yi sağlam zeminler üzerinde bir demokrasi inşasına girebilirsek, bu vesayetçi makamları olabildiğince ortadan kaldırıp yeniden hukuk sınırları içerisinde sivil siyasete bağlı kurumsal yapılar inşa edebilirsek darbecilerin ve uluslararası güçlerin Türkiye’ye müdahale etmesi o kadar zorlaşır. Siyasetçinin korkak olduğu, hukukçunun korkak olduğu bir toplumda darbeciler çok rahat bir şekilde at koşturabilir, darbe yapabilir. İnsanları iktisadi, ekonomik, siyasal veya insani anlamda ciddi sıkıntılara duçar kılabilirler. Burada esas olması gereken dürüst ve cesaretli siyasetçi, hukuka bağlı hukukçu ve demokrasiyi özümsemiş bir toplumun inşa edilmesidir.
Son olarak eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?
Türkiye’de 80 darbe yapılanması davasını içerisinde gözlemci olarak katıldım. 28 Şubat davasını baştan sonuna kadar takip ettim. 15 Temmuz darbe girişiminde Akıncı davasını baştan sona kadar takip ettim. Yargılamalar olabildiğince evrensel hukuk kurallarına göre yapılıyor. Yargılamanın adil bir şekilde yapılması önemli bir kazanımdır. Sivil siyasetçilerin 27 Nisan Muhtırası, 17-25 Aralık ve 15 Temmuz darbe girişimlerindeki darbecilere karşı duruşu önemli bir kazanımdır. Siyaset tarihi açısından önemli bir kazanımdır. Çünkü eski siyasetçiler şapkasını, ceketini alıp oraları darbecilere terk etmişlerdir. Yine 15 Temmuz darbe girişiminde halkın canını, malını tehlikeye atarak sokaklara çıkmış olması ve F16’lara göğsünü siper etmiş olması toplumun demokrasiyi hazmetmesi anlamında önemli bir kazanımdır. Bunların hepsini bir araya getirdiğimiz zaman Türkiye’de darbe fikrine sahip insanların artık bu hayat bulma imkanlarının olamayacağı düşüncesi ve inancı bizde yerleşiyor. Bu inanç ve bilinçle mücadeleyi sürdürmek gerekiyor. Özellikle medyaya çok ciddi manada görev düşmektedir. Çünkü olan biteni doğru bir şekilde topluma yansıtması gerekiyor. Medyanın önemi o kadar çok ki 28 Şubat’ta atılan manşetlerle hükümete karşı en büyük savaşı veren yapıların başında geliyordu. Ama çok şükür o süreci de geride bıraktık. Bu süreçlerde medyanın objektif bir şekilde yaşananları topluma yansıtması gerekiyor. 15 Temmuz gecesi ülkede neler olduğunu, Akıncı’da kimlerin at koşturduğunu, kimlerin Amerika ile irtibatta olduğunu eğer topluma yansıtamaz isek toplum bunu sadece bir darbe fiilinden ibaret olarak algılar. Perdenin arka tarafını doğru okumakta sıkıntı çekebilir. Dolayısıyla hepimizin aslında yapması gereken, ifa etmesi gereken sorumluluklarımız var. Biz eğer bu sorumluluklarımızı yerine getirebilirsek daha huzurlu ve güvenli bir gelecek bizi bekliyor. Ama yok neme lâzım deyip herkes kendi menfaatinin peşinde koşarsa, ortak menfaati ortaya çıkarmazsak o zaman Allah muhafaza hemen yanı başımızda Suriye’nin durumu veya başka ülkelerin durumuna düşebiliriz. Olabildiğince hiçbirinin mazereti, kusuru bizim için mazeret teşkil etmez. Biz hangi sorumluluğu ifa etmek için görevlendirilmişsek o sorumluluğumuzu en güzel şekilde yerine getirmekle mükellefiz. Bunu yapabilirsek Allah’ın izniyle sıkıntıların büyük kısmını yenebilme imkânımız olur.