26 Haziran 2025 Perşembe / 1 Muharrem 1447

Anadolu'nun eşiğini geçerken

Bir yandan İslamiyet ile tanışıp bir yandan devasa bir coğrafyada batıya ilerleyen Türklerin romanını yazan Oktay Tiryakioğlu, Alparslan'da okura o dönemi hissettiren bir dil ve üslup kullanıyor.

14 Eylül 2012 Cuma 07:00 - Güncelleme:
Anadolu'nun eşiğini geçerken

AHMET EMİR

 

Tarih romanlardan öğrenilmese de hissedilebilir. Sadece malumat değildir zira tarih. Sadece bilgi değildir. Romanlar tarihi gerçeklere birebir uymasalar bile okurun zihninde canlandırabildikleri, ona deneyimleme imkanı sundukları kadar etkili ve önemlidir. Tarihten fazla tarihi romanlar rol modeller verir insana. Tarihi romanlar motive eder. Hele hele bizdeki gibi reddi miras yaşadığı için tarihten soğutmayı pedagojik bir amaç olarak belirleyen ülkelerde. Bunlar yaşanmış bitmiş geçmiş zaman sorunları da değildir esasen. Ne de olsa en güncel sorunlarımızdan biri tarihtir. Niçin mi? Besbelli tarih deyince bir sosyal bilim olan tarihi değil ilk ve orta öğretim müfredatında yer alan tarih derslerini anlıyor olmalıyız. Bunu en çok da resmi tarih-gayri resmi tarih ayrımını yaparken belli ediyoruz. İnsanlar belli bir yaşa gelinceye kadar sınav geçmek için ezberlemek zorunda kaldığı bilgileri veren kitaplardan farklı bilgiler içeren kitapları gayrıresmi tarih diye isimlendirmek ihtiyacı duyuyor. En sonunda gayrıresmi tarih kitapları da en az resmi olanlar kadar pazara sahip birer sektör olma yoluna giriyor. Ancak her iki kulvarda da seviye ders kitaplarının belirlediği marjın, imajın ve vizyonun ötesine geçemiyor maalesef. Dolayısıyla tarih ders kitabı deyince özel isim olmaktan çıkıp bir çeşit cins isim gibi algılamaya başladığımız Emin Oktay da bizim için çok yakın tarihlerde zuhur etmiş bir Heredot gibi karşımıza çıkıyor.


MALAZGİRT’E GİDEN YOLDA BİR KAHRAMAN
Esasen nüfusunun büyük bir bölümünün hayatı boyunca eline aldığı yegâne tarih kitabı türünün ders kitabı olduğu bir ülkede yaşadığımıza göre bu tarz bir yanlış anlamayı da çok görmemek lazım. Bu noktada yazar Reha Çamuroğlu’nun ders kitaplarındaki tarih bahislerine ilişkin görüşlerine göz atmanın tam da vaktidir: “İlköğretim, ortaöğretim ya da yüksek öğretimde ders kitabı olarak sunulanları resmi tarih olarak algılayacaksak, bunun tutar bir tarafı yoktur. Bunu tartışmak bile gereksizdir. Öğrenciliğimiz boyu bize okutulan saçmalıkları ancak tarihten nefret ettirmek isteyen bir zihniyet yapabilirdi.” Peki, ders kitaplarımızda yer alan malumatı nasıl okumamız lazım? Gelin Reha Çamuroğlu’ndan okumayı sürdürelim. “Dünyanın hiçbir yerinde öğrencilere tarafsız tarih öğretildiğine rastlamazsınız. Çünkü ulusal kimlik oluşumunda tarih en önemli rol oynayan disiplinlerden biridir. Bize özgün olan, bunun inanılmaz derecede seviyesiz yapılmasıdır. Bunun yorum farklılıklarıyla değil, yalanlarla sürdürülmeye çalışılmasıdır.”
Biliyorum sözü çok uzattım. Sadede geliyorum şimdi. 26 Ağustos 1071, takvimde ve tarihte bir gündür. Bir tarih kitabı 26 Ağustos 1071’in önemini bir yere kadar anlatabilir. Roman yazarı ise muhayyilesi ile “belgelenemediği” için tarih açısından değer taşımayan yönünden yaklaşır. Okura kurgulanan kişi ve olaylarla tarihi gerçekten daha farklı ama daha hakiki bir düzlem inşa edebilir. Tarihi roman tarihi gerçeklere aykırı olmak yahut tarihi gerçeklere birebir bağlı olmak zorunda değildir. Ancak okuruna bir deneyimi hissettirmek zorundadır. Okay Tiryakioğlu 2009’dan beri yayınladığı dokuzuncu tarihi roman olan ve Timaş Yayınları’nın raflarımıza kazandırdığı Alparslan ile işte tam da bu vaadi yerine getiren bir yazar. Alparslan, İslam’a Anadolu kapılarını kalıcı bir şekilde açan Selçuklu sultanını  ve o büyük zaferi Malazgirt’i konu alan bir roman. Camille Julien’in Michelet’den aktardığı “Fransız milletini bin yıl içinde Fransa’nın toprağı yarattı” sözünden ilham alan Yahya Kemal Beyatlı, bugünkü Türkiye için Malazgirt Savaşı’nı bir milat kabul eder. Ancak 26 Ağustos 1071’den ibaret bir roman değil Alparslan. Ne de olsa “milatlar” da bir evveliyata sahiptir. Selçuklu Devleti’nin Gazne Devleti’ni yendiği ve Gazne Devleti’nin çözülmesine sebep olan 1040 Dandanakan Savaşı’ndan iki yıl sonra başlayan Alparslan, O’nun büyümesini tahta geçmesini, Malazgirt’e dörtnala gidişini safha safha sindire sindire anlatıyor.  


OKURUN ZİHNİNDE İZ BIRAKAN BİR ROMAN
Okay Tiryakioğlu’nun en önemli özelliklerinden biri de kaleme aldığı kişinin karakterine ve yaşayışına göre farklı bir dil inşa etmeyi başarabilmiş olması. Alparslan da bunun istisnası değil elbette. Bir yandan İslamiyet ile tanışıp bir yandan da devasa bir coğrafyada batıya doğru ilerleyen Türklerin romanını kaleme alırken kendini yadırgatmayan ve kurduğu atmosferle okura o dönemi hissettiren bir dil ve üslup kaygısı güdüyor yazar. Alparslan’a sadece enformatik bir roman gözüyle bakmak onun edebi yönüne haksızlık etmek olur. Alparslan’ın şehadetiyle ve son nefesinde aldığı ibret ile bitiyor roman. Bütün güzel romanlar gibi son sayfasını kapadıktan sonra romanın kahramanı Alparslan okurun zihninde yaşamaya başlıyor. Belki de en iyisi sözü  bir şairle, Yahya Kemal Beyatlı ile bağlamak... “Milliyetlerini idrak eden millet ölüleri ile birlikte yaşar. Türkler ikametgâhtan ziyade mezara ehemmiyet vermiş. Ecdadın tercüme-i halleri yok, yattığı yer mühim. Bu mezarlarla vatanımızı Müslüman etmişiz. Biz ölülerimizle yaşıyoruz. 18 milyon Türk değiliz, Malazgirt’ten beri ölülerimizle birlikte belki 200 milyondan fazlayız. Ölüler ölmemişlerdir. Hangi vatandaşımız Fatih kadar yaşar?” Okay Tiryakioğlu romanlarıyla beraber yaşadığımız bu coğrafya parçasını vatan yapan “ölüleri” romanlaştırıyor.