İDİL GÜLAY
Her şey 93 Harbi de denilen 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nin sonuçları ile başlamıştı. Bu savaş sonunda Osmanlı ordusunun uğradığı maddi kayıplar bir yana, ortaya çıkan manevî çöküş de büyük bir felaketin yaklaşmak üzere olduğunu haber veriyordu. Abdülhamit Han’ın tahta çıktığı yıl olan 1876’da Osmanlı Devleti büyük bir bunalım içerisinde idi. Borçlarını ödeyemez duruma gelen Saray’la Bâb-ı Âli arasındaki çekişme alevlenmiş, Rusya’nın başını çektiği Panislavizm akımının etkisiyle Balkanlar’da ulusal ayaklanmalar baş göstermişti. Aynı zamanda yurtiçindeki meşrutiyet yanlısı görüşler özellikle ordu içinde güçleniyor, saltanatın tasfiyesi açıktan dillendiriliyordu. 1876’da Osmanlı’nın ilk anayasası Kanun-i Esasi ilan edilmiş, 1877’de de Osmanlı Mebuslar Meclisi açılarak I. Meşrutiyet dönemi başlamıştı. Meşrutiyeti isteyenlerin ‘sözde niyet’leri padişahla meclisin ülkeyi birlikte yönetmesine zemin hazırlamaktı. Ama durum hiç de öyle olmadı. Rusya’nın 1877 yılında Balkanlar’da ıslahat yapılması teklifine Osmanlı Hükümeti red cevabını verdi. Abdülhamit Han karşı olmasına rağmen Ruslarla savaşa girildi. Bunalımlı bir dönemde girilecek her savaşın neticesini kestirmek zor değildi. Üstelik Ulu Çınar dışarıdan baltanırken, içerideki kurtlar tarafından da kemiriliyordu. Bir yıl süreyle Balkan ve Kafkas cephelerinde cereyan eden savaşlar Osmanlı’yı büyük kayıplara uğrattı. Abdülhamit Han, büyük devletlerin vaatlerine kapılarak orduyu ve devleti ateşe sürükleyen Meclisi feshetti. Nifak tohumları İstanbul başta olmak üzere Balkanlar’a da ekilmiş, Osmanlı beş asırlık Rumeli topraklarından çıkarılmaya çalışılıyordu.
BALKAN BOZGUNUNUN İBRETLİK ROMANI
Yitik Hazine Yayınları, Balkan Savaşları’nın 100. yıl dönümünde bir asır önce Balkanlarda yaşadığımız ibretlik olaylar dizisini, kurgusu ile etkileyici ve anlatımı ile sürükleyici bir romanla bugüne taşıyor. Balkan, Hace, Kar Bozgunu ve Şehadetnâme isimli tarihi romanlarıyla tanınan Halide Alptekin, yeni romanı Ağlama Tuna ile bir asır önce Balkanlarda yaşananları ele alıyor. Yazar, iki farklı muhacir ailenin hüzün ve heyecan dolu hikâyesinden yola çıkarak anlatıyor Rumeli bozgununun yürek sancısını. Rumeli, İstanbul’dan önce İstanbul’dan öte bir vatandı. Hoca Ahmet Yesevî Hazretleri’nin beline tahta kılıç kuşandırıp yola çıkardığı Saru Saltuk’un emanetiydi. ‘Saltuk Muhammed’im, Bektaş’ım seni Rum’a göndersin, var git Leh diyarında Makedonya ve Dobruca’da yedi krallık yerde, nam ve şan sahibi ol’ demiş ve dediği de olmuştu. Derviş gazilerin huyu, suyu Tuna’nın suyuna karışmış Tuna’nın beslediği her yer İslâm’la müşerref olmuştu. Üsküp, şehrimiz, Tuna nehrimizdi. Rumeli diyârı Osmanlı’nın binlerce insanı kendi dinine yâr ettiği topraklardı.
BEŞ ASIRLIK VATAN BEŞ AYDA NASIL KAYBEDİLDİ?
Sonra bir ayrılık fırtınası her şeyin üzerine ölü toprağı serpti. Osmanlı’nın asırlar önce zalim derebeylerin elinden kurtarıp hak tanıdığı Sırp’ı, Yunan’ı ve Bulgar’ı Osmanlı’ya vefasızlık ediyor, yediğinden yediren, içtiğinden içiren, her sabah kendilerine selam veren komşusunun malına ve ırzına göz dikecek hale geliyordu. Tarih böyle bir isyan görmemişti belki de. Nasıl bir nefret kasırgasıydı ki bu, mezarlardan çıkardıkları cesetlere dahi tekme atacak hale getirmişti bu milletleri. Osmanlı aleyhine propaganda yürütenlerin oyununa gelmemek için beş asrın hatırası yetmez miydi? Ne yazık ki yetmedi.
Peki ya Kur’ân, bayrak ve silah üzerine yemin eden askerimize ne demeli? İkinci Abdülhamit Han’ı devirince bütün milletlerin ırk, dil, din ayrımı yapmadan bir arada yaşayacağına inanmışlardı. Ecdatlarının asırlardır bu topraklarda yaptığı neydi? Bulgar’la, Sırp’la, Yunan’la birlikte Osmanlı askeri de gaflet çukuruna düşürülmüştü artık. Akıllar tutulmuştu bir kere, vicdanlar susturulmuştu. Memleket, imamesi kopmuş tespih tanesi gibi dağılıyordu. Baş olmayınca ayaklar fırsatı ganimet bilmişti. Biraz ıslahat, biraz hırgür, biraz işgalle Osmanlı sürülecekti Rumeli’den.
BİR ACI GERİ DÖNÜŞ HİKAYESİ
Üsküp’teki Filipos Papaz’ın oğlu Tantalus çete kurmuştu. Müslüman ailelere ‘Defolun gidin buralardan!’ diyordu. Okulları, düğünleri, sünnetleri sabote ediyor, ırzlara, namuslara, çocuklara, gelinlere, canlara kastediyorlardı. Abdullah Efendi’nin, Hasan Efendi’nin gözleri Tuna’dan geçecek Osmanlı ordusunu hasretle bekliyor, kulakları nal sesleri işitmek istiyor, o tozu dumanı bir kez daha koklamak istiyordu ama nafile. Jandarma bile olan biteni savsaklıyordu. Abdülhamit Han, ayaklanmaları bastırmak için Birinci Refik Şemsi Paşa’yı Manastıra gönderdi. Olaylara el koymak, asileri hareketsiz kılmak için çalışan Paşa umut oldu halka. Ancak umutlar kısa zamanda tükendi. İttihat ve Terakki mensupları, Şemsi Paşa’ya suikast düzenleyerek öldürdü. Osmanlı askeri Osmanlı paşasını vuruyordu artık.
Tantalus eşkıyası yakalanıp hapse atıldı. Ama kısa sürede genel aftan yararlanıp çıktı. Artık Tantalus bir değil bin olmuştu. Müslüman ahali için göç vakti gelmişti. Gitmekten başka çare kalmamıştı. Abdullah Efendi, Hasan Efendi ve aileleri kaybettiklerinin acısını Üsküp’te bırakıp yola koyulmuşlardı. Kızları ve kızanlarını İstanbul’a sağ salim ulaştırmaktı hayalleri. Tantalus’un işlediği cinayetlerden sorumlu tutulan damatları Nail’i de hapishaneden kaçırarak yola koyuldular. Ne dünyada ne de Balkanlar’da bir tek Türk kalmayacak diyerek kan kusmuşlardı. Beş asırlık huzur yitip gitmişti artık. Biricik oğulları Mustafalar’ını öldüren, kızlarına musallat olan Tantalus’un gözü dönmüştü bir kere. Çıktıkları yol hiç bitmeyecek gibiydi. Onlar gittikçe düşman da arkalarından geliyor, önlerine çıkacak Bulgar askerlerinden nasıl kaçacaklarını bilemiyorlardı. Umut bağladıkları Yüce Hakan Abdülhamit Han da sürgün edilmişti. Yaşadıkları, Rumeli’nin kaderine çok benziyordu. Kendileri gibi, Rumeli gibi, Devlet-i Âli Osman da son demlerini mi yaşıyordu yoksa? Tantalus’a yakalanmadan varabilecekler miydi İstanbul’a?
Ağlama Tuna
Halide Alptekin
Yitik Hazine Yayınları