Sahi ne çabuk unutuveriyoruz o, denizin kıyısını yalayan meltemin de bir rüzgâr çeşidi olduğunu. Çölü kasıp kavuranın, kum fırtınası… Peki ya, o sonsuz beyazlıkta gözlerimize dolan kar fırtınasına ne demeli? Bütün bunların bir anlamı yok mu hayatımızda?
Pencereden baktığımızda gördüğümüz, ağaçları bile yerinden eden, havanın o çılgın, sert ve sarsıcı hali midir rüzgâr? Bu yanını görmemize sebep ‘mevsim normalleri’ midir? İçimizi titretmesi, mevsimin sonbahar ya da kış oluşundan mıdır sadece?
İnsan, yaz(g)ısını ararken bazen bir ‘Fırtına Takvimi’nden yola çıkıp soruyor sorularını.
DÜNYA KESİLMİŞ BİR ŞAHDAMAR
“Fırtına Takvimine hoş bir kitap adı böyle!” demiştim daha kapağı görür görmez. Yazarının ismine öncelerden aşinaydım: Jale Sancak... Güzel bir dili vardı. Öykülerini bilirdim. Bazı kitaplarını okumuştum. Ama romanı herkes için olduğu gibi benim için de ilkti.
Kırmızı Kedi Kitap tarafından piyasaya sürülen bu ilk romanıyla, dilindeki ‘fırtına’yla çıkageldi Sancak. O fırtına, zaman zaman ruhumuzda kasırgalara yol açsa da… Sarsıntıları sürse de hâlâ... “Aşağılarda yalancı bir bahar. Dünya ise kesilmiş bir şahdamar” diyen cümleleriyle hemhal olmak güzeldi. Özellikle, post modern edebiyatın alamet-i farikalarından sayılan o cümleleriyle: “Düş mü gerçek mi… Uyku aralıkları, dağılmalar…”
İyi öykücülerin yazdığı romanlar da öyle oluyor. Yazdıkları, daha bir sarsıcı, daha bir samimi, ifadeleri, söz dizimleri daha bir güçlü sanki... Sert bir dille de olsa... “Dağılan bir evin resmi çiziliverdi boşluğa, elleri yaralı, kendini kesen bir kadın, uzaklarda deliren bir anne, ilençli sözler. Bir yeri acıyormuşçasına yüzünü buruşturdu. Onca zarar gördüğü şeyi insan, başkasına nasıl yapar, nasıl bir kendini yitirme bu? Başkasına bir şey yapmak istemedi ki. İstemedendi hepsi.”
BERRU’NUN ÖLÜMÜ
“Yaprak Dökümü Fırtınası, Zemheri, Ayandon Fırtınası, Hamsin, Sitte-i Sevir”gibi bölüm adları var romanın. Konusu ise Yelnehir’de yaşananlar… Doktor Levent, eşi Süreyya, hayatlarına giriveren hemşire Nur, Halil ile Kevser, Yücel ile bir türlü evlenemediği sözlüsü Leyla… Kimi zaman birbirine değen, kimi zaman teğet geçen, kimi zaman da birbiriyle kesişen yaz(g)ıların yakıcı/ yıkıcı hikâyeleri. Doğu’nun uzak bir kasabasında –aslında çok da uzak olmadığımız- ‘aşk-sadakat’ ve ‘ölüm-kalım’ meseleleri. O birbiriyle iç içe geçen yaşamların jilet kesiği acıları.
“Dünyanın bir yerinde...” diye açılıyor perde ve devam ediyor: “Yağmur dindi.Çamur kuşatması altında her şey ıslak, pis. Berru çırpınmıyor, ateşler içinde yanmıyor beş gündür, buz gibi bedeni, kaskatı. Ölü.” Romandakihayatın akışı da sanki Berru’nun ölümü üzerine kurgulanmış. O uzak köydeki küçük kız çocuğu. Belirsiz bir zaman dilimi de olsa, olaylar onun ölümüne odaklanıyor. “Berru ölmeden iki gün önce”, “Berru öldükten iki ay sonra”…
Ailesi onun ölümünden Doktor Levent’i sorumlu tutuyor. Levent, fırtınalar içinde boğuşuyor. Kalakalıyor. Bir yanda hayat arkadaşı diğer yanda sığındığı Nur’u. Mağarası. Karanlıktaki ışığı.
‘YIKIK DULDA, ESKİ SARNIÇ’
Fırtına Takvimi, dili zaman zaman ağulu bir roman… ‘Apaçık’ anlatıyor o kadim duyguyu, ihaneti : “Ne garip, daha önce başka birini sevmemiş gibi, Süreyya’yı bile… hiç. İlk gibi. Nur öylesine sarıp kuşattı onu. Nasıl bir sevmek bu, tanımlayamıyor, tanımlamak da istemiyor, yalnızca bırakmak kendini, almak, vermek, birleşmek, sığınmak, var olmak onda, sağalmak, sonra yok olmak, kaybolmak, hep orada, onda kalmak, ıssızlığın, insansızlığın, dağın seslerini silmek, hep orada, onda, Nur’da uyumak uyanmak…” Zaman zaman bu ağulu dil şiirselleşiyor: "Sonra yıkık duldaya doğru yürüdü. Eski sarnıca. Kalbini saklamak için."
Arada, kahramanların okuduğu kitaplardan alıntılar yer alıyor Fırtına Takvimi’nde. Bachmann’ın Malina’sından alınan o sözler mesela: “Çünkü insanın gerçek ölümü, hastalıktan değildir, insanın insana yaptıklarındandır.” Belki de bu yüzden o ikinci kadının hikâyesi daha bir sarsıcı geliyor bize okurken.“Herkesten gizli. Aylardır kimsenin ruhu duymadan bu odada. Sadece ikisine ait bu odada saklı bir anlamdı ilişkileri. Kıvanç veren. Kutsallaşan. Aynanın içindeki kız tat aldı gizlilikten. Onun olan bir şey vardı artık. Bir sırra, bir anlama sahipti. Yitirmek istemeyeceği tek şey. Hayatındaki tek mülkiyet. Bir giz, yasak bir ilişki. Ne gülünç!”
Kahramanları gibi, kurgusu da bölük börçük bir roman Fırtına Takvimi. (Ama bu, yazarın bilinçli tercihi gibi duruyor.) Yakaza hali dedikleri cinsten. Parça parça, dağınık ve kırılgan yaşamlar romanda birbiriyle harmanlanmış. Kadın, kadın; erkek, erkek; çocuk, çocuk; hayat, hayat; ölüm de ölüm gibi anlatılmış bu romanda.
"Kederi, yılgıyı, aralarındaki uzaklığı silip unutturacak bir dokunuş, bir yakınlık bekledi."diyen kahramanların dilinden… 'Fırtına Takvimi'ni okumak, kitap okumaktan başka bir şey sanki: O fırtınayı ta içinde, iliklerine kadar hissetmek aynı zamanda. Daha ne diyebilirim ki “Es geçmeyin!” demekten başka. Hele ki, kara kış içimize yerleşmeden önce!