15 Aralık 2024 Pazar / 14 CemaziyelAhir 1446

Bazen Sözler Bile Paramparça

BAZEN SÖZLER BİLE ‘PARAMPARÇA’ KELİMELER BAZEN ‘PARAMPARÇA’ DIR İNSANIN İÇİNDEN ÇIKAMADIĞI DEHLİZLERLE ÖRÜLÜ BİR ROMAN BU: BAZEN BİR MOZAİK BAZEN BİR KOLAJ BAZEN DE BİR EBRU ETKİSİ... KÜÇÜK KÜÇÜK PARÇALAR BÜTÜNDE BİRLEŞİYOR VE ‘PARAMPARÇA’ OLUYOR!

MERVE KOÇAK KURT [email protected]12 Eylül 2013 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Bazen Sözler Bile Paramparça
Hüseyin Sorgun’un ilk romanı Paramparça Profil Yayınları tarafından okura sunuldu. İsmiyle hiç bu kadar müsemma bir kitap okumamıştım! Zor bir roman, baştan söylemeliyim. Düşle gerçek arası bir evrende gezdiriyor sizi. Tam bir yakaza hali. Belki de Matrix modu demeli… İlgi alanınız, insanın ruhsal derinlikleri ise ilgiyle okuyabilirsiniz. Aksi takdirde biraz zorlanabilirsiniz.
Birbirinden ayrı fakat bir o kadar da iç içe geçmiş yaşantıların aynı potada eritilmeye çalışıldığı bir roman Paramparça. Tanımlara sığdırmak istemesem de post modern özellikler taşıyor. Diğer yanda ise göz kırpan o eski zaman kelimeleri… Bir ‘risale’ okuyormuş hissi veriyor. Mihmandar, lahuti, yeknesak ve mesafe aynı paragrafta yan yana. Bir de ‘sükût ve ölüşkenliğin vasatı’ tanımlaması var ki, duruşu hayli ilginç!
HAKİKATE GÖLGE DUVARLAR
Romanda diyalog kullanımı çok az. Belli ki bilinçli bir tercih… Ancak alt başlıklardan dolayı (Gölge, Daire, Atlıkarınca, Yaz(g)ı, Oda, Yol, Nokta…) insan bir romandan ziyade birbirine geçmiş hikâyeler okuduğu hissine kapılıyor. Zengin bir bilgi birikimi göze çarpıyor: Lars Von Trier’in Dogville filminden Louis Armstrong’un What A Wonderfull World şarkısına, Melek Tavus’tan tasavvuftaki Elif imgesine…
Şizofren kelimeler geçiyor Paramparça’nın içinden. Uzaktan yakından tanıdığımız, belki dahil olduğumuzu sandığımız birçok tipte insanın halleri, kelimelerle akıp gidiyor. Ruhumuza sirayet eden “Yol, eski bir dost gibi samimi bir veçhe takınıyor.” Çember kapanıyor. Bir senaryo mantığıyla ilerliyor her şey. (Nedense daha çok David Lynch filmlerini anımsatıyor!)
Ünlü Psikolog Faruk Sermet Zafer, yardımcısı Leyla, eşi Işık, kızı Nur, kayınpederi Ziya; hastaları Erkut Şahin, Abdullah Uğurlu ve Sanem, dostu Cyrano ve doktor Ferit Kara… Romanın başlıca karakterleri… Kedi’yi de unutmamalı!
Roman, psikolog Faruk Sermet Zafer’in kaçışıyla başlamış. “Gölgeleriyle meşgul olduğu suretler, göz kapaklarının inmesiyle cisimleşip beynine üşüşmüştü. Bu suretlerle yüzleşmeli, cismini aşkın örsünde örseleyip, egonun çekicinde dövmeli, inancın hamurunda yoğurup, ölümünün özündeki hayatı çıkarabilmeliydi.” denmiş.
HASTA KİM DOKTOR NEREDE?
Herkese şifa dağıtan, ama dağıttıkça onlardan aldığı ruhsal yükün ağırlığı altında ezilen bir psikologdur Sermet Zafer… Telefonda söylediği, “Ev… Evdeydim. Işık, Nur’u da alıp ayrılmış evden…” sözü içimizi burkar bu yüzden. Yardımcısı Leyla’nın şahsında imlenen ise gecenin o derin karanlığı ve aşktır. “Gizli bir anayasaya bağlı olan ve itiraf edilmeden, açıklanmadan yaşanan bir duyguydu. Her ikisi de itiraf ettiklerinde, aşikâr kıldıklarında büyüsünün kaçacağına, sıradanlaşacağına inanıyorlardı ilk başlarda.” diye anlatılır.
Her şey yolunda giderken Sermet Zafer, karşılaştığı üç hasta karşısında tıkanıp kalır. “Belki de dünya hızla dönen bir atlıkarıncaydı” diyen Sanem Keskin... Resimler yapmaktadır genç kız, daha doğrusu bozmaktadır. “Aşk, patolojidir” diyen Erkut Şahin: Eski tüfek/ ünlü reklamcı… “Her şey gitgide anlamını yitirmeye başlıyor hayatımda!” diyen de Abdullah Uğurlu… Yaşadıkları oldukça derindir: “İçimdeki sessizlik, yirmi dokuz harfin sessizliğinden başka bir şeydi. Bütün sessizliklerin uç uca eklenmesiyle ortaya çıkan bir sessizlik ya da onların eksilmesiyle düştüğüm derin bir boşluk. Sessizliğin dayanılmaz olduğu bir anda, Elif’i gördüm.”
Sermet Zafer için yardımcısı Leyla çok önemlidir. Onun ‘kırmızı, bold ve italik olarak vurguladığı’ notlar da… Her ne kadar melankolik diye tabir edilebilecek bir durum için yazdıkları biraz ağır kaçsa da: “Abdullah Uğurlu, neşe ve hüzün sarkacında en üst basamaklarda gidip geliyor. İniş ve çıkışları hayli yoğun yaşıyor. Majör şizofreni.”
Tanımları ne olursa olsun, duvarları çok yüksektir bu hastaların. Sermet Zafer, bir arpa boyu yol bile alamamıştır. Kendini gitgide kötü hissetmeye başlar bu konuda. Bir aydır hiçbir ilerleme kaydedemedikleri bu üç hastanın üçüne birden aynı saatte randevu verir Leyla. Onları hep birlikte hipnoza almayı önerir, daha doğrusu emrivaki yapar. “Görüşmelerdeki kendine güvensiz halin, hastalarının sana açılmasını engelliyor. Sen onlarla aynı şartlarda olup, hastaların ruhsal evrenine dalarken, dışarıda sigorta olarak ben kalacağım. Dolayısıyla, sen içerden ben dışarıdan bu tedaviyi birlikte yürüteceğiz.” der.
YAZAR KENDİ RÜYASINDA
Önce Abdullah Uğurlu’ya eşlik eder Sermet Zafer bir mezarlıkta. “Elif, Allah’ı remzeder dostum. Her Elif’te İlahi bir nefes gizlidir” diyen hastasına… Sonra Erkut Şahin’in ofisine çıkar. Bir gökdelenin 52. katına. “Güzel bir pencereden görüyorsunuz İstanbul’u!..” dediğinde, “Severim İstanbul’u” cevabını alır ondan. Oysa Zafer’in dikkat çekmek istediği şey, Şahin’in penceresidir. “Dostum” diye seslenir Şahin ona, “Senin bu durumdan kurtulman için iyi bir imaj çalışmasına ihtiyacın var.” Ruh sağlığı seminerleri düzenlemeyi önerir. İlkinin başlığı da ‘Aşk’tır. Bu, Sermet Zafer’in ününe ün katar.
Sermet Zafer’i sinema salonuna atan şey de Sanem’den haber alamayışıdır. Sanem, hiçbir şey yapmadan, beğenilmek için çabalamadan ve üzerinde tahakküm kurmadan, kendini kabul ettirmeyi başarmıştır Sermet Zafer’e. Olaylar iyice giriftleşir. Herkes aynada kendisiyle yüzleşir.

“Belki de hepsi rüyaydı” dedim kitap bitince, “Yazarın rüyası…” Hem yaz(g)ı dediğin nedir ki, bir yazarın rüyasından başka?
Paramparça
Hüseyin Sorgun
Profil Kitap