KADİR SARIKAYA
Bugün tasavvur edilmesi bile akıllara zarar bir alana hükmeden Osmanlılar, bu geniş topraklar üzerinde yaşayan her etnik unsura eşit hoşgörüyle mi yaklaşmıştı? Meselâ, şeytana tapan Yezidiler’e hiç dokunmamıştırlar da, neden Alevi ve Bektaşiler üzerine zaman zaman hücum edilmiştir? Bütün bunların kökeninde yatan ana sebep bir mezhepler çatışması mıdır, yoksa Osmanlı’nın Alevi isyanlarına karşı mecburen kontratak geliştirmesi midir?
Dini ifsada uğratmaya meyyal oldukları düşünüldüğü için mi yoksa her an isyana hazır bir güruh olduklarından dolayı mı? Gerçek Bektaşilik kimi alimlerin ittifak ettikleri üzere yalnızca birkaç asır, Ehl-i Sünnet’e bağlı kalarak ayakta durabilmiş, daha sonra Şiiliğin kendine münhasır görüşleriyle harmanlanarak farklı bir yöne doğru kaymış, Osmanlı da bunu görmezden gelememiştir. Osmanlı’nın daima saygı duyduğu Bektaşi tekkeleri, daha sonra neden bir tehdit unsuru olarak algılanmıştır?
Burada şunu özellikle tebarüz ettirmek (belirtmek) lâzım gelir ki, Bektaşilik başından sonuna kadar aynı çizgi üzerinde yürümemiştir. Araya, ifsad maksatlı giren ve Şah güdümlü niyeti bozukların Bektaşiliği aslından uzaklaştırdığı izahtan varestedir (izaha gerek yoktur). Başlangıçtaki Bektaşilikle, 19.yüzyıldaki Bektaşilik arasında her açıdan büyük farklar mevcuttur. Osmanlı, Şahkulu İsyanları’ndan aldığı darbelerle Alevilik ve bununla beraber Bektaşiliğe de mesafeli durmuş fakat isyan taayyün etmedikçe hiçbir zümrenin başını ağrıtmamıştır. Bektaşilik zırhına bürünüp gerçekteyse Bektaşilik ruhundan pay alamayan Yeniçeri Ocağı’nın tepesine inen şahmerdan, Bektaşi tekkelerinin de başında patlatılmıştır. Tarihe, olduğu gibi çıplak gözlerle bakacaksak keyfiyet bundan ibarettir. Ancak lanse edilmeyenler ve hasıraltı edilenlerle birlikte gerçek tarihin saati neyi gösterir, burada iş, tarihi magazin tarafıyla değil hakikat veçhesiyle ele alacak gerçek tarihçilere düşmektedir. Fahri Maden’in kitabı ise, ciddi bir araştırma ürünü olduğundan, bugüne kadar tam mânasıyla gün yüzüne çıkarılamayan bir mevzuya el atıyor olması, bu alandaki bir gediği kapatmaya yardımcı olmaktadır.
BEKTAŞİLERİN TARİHİNE OBJEKTİF BAKIŞ
Yalnızca vakanüvislerin, tarihe profesyonel ve objektif olarak bakmaya çalışanların değil, hassaten Osmanlı Tarihi’ne yakın alâka duyanların da dışında mezhep ve tarikatlar hususunda ince eleyip sık dokuyanların meraklarını kâffeten (bütününü) olmasa da “Bektaşilerin başlarından geçen” hadisata bir parça ışık huzmesi tutması bakımından bu eser; çok kimsenin görmezden geldiği, ne var ki Bektaşi geleneğine yüzyıllardır bağlı kesimin de yaşadıklarıyla beraber sineye çekmek zorunda kaldığı, kendi alanında bir me’haz (başvuru kaynağı) teşkil edebilecek donanıma sahip bir eser olmasından sebep ayrı bir önem taşıyor.
Eser, yedi makaleden müteşekkil oluşundan dolayı, ağır bir dille yazıldığı kanaati uyandırabilir. Ancak genç tarihçi ve müellif Fahri Maden, buna büyük ölçüde itina göstererek eseri salt bir makaleler toplaması olmaktan kurtarıyor ve gitgide artan bir ivmeyle kitabın başından nihayetine kadar hadiselerin sebep-netice rabıtaları arasında keskin bir mekik dokuyor. Kitapta, Bektaşiliğin ancak bir kütüphane dolusu esere sığdırılması mümkün olabilecek girift ve uzun tarihinin topyekün incelenmesi söz konusu değil. Aksine, II. Mahmud’un Yeniçeri Ocağı’yla beraber Bektaşi tekkelerinin de adeta “arada kaynatılmak” suretiyle ortadan kaldırılmasının nasıl husule geldiğine, delil gösterilerek temas ediliyor.
BEKTAŞİLİĞİN SUÇU NE?
Kendilerini “Bektaşi” olarak tesmiye eden (adlandıran) Yeniçeriler, hakiki Bektaşilikle ne kadar iç içeydi? Asıl tartışılması gereken budur. Bağlı olduklarını ileri sürdükleri Bektaşilik, onlara böyle bir hakkı tanımıyordu. Yeniçerilerin devlet işlerine burunlarını sokmaları, Bektaşiliğin de “zararlı bir tarikat” olduğu cihetinde kanaat uyandırıyordu. “Pirimiz, hünkârımız Hacı Bektaş-ı Veli, demine devranına hu diyelim hu” gülbankıyla savaş meydanlarına atılan Yeniçeriler, bu “duayı” lâyık-ı veçhile yerine getiremediler. Bu da kendileriyle beraber Bektaşilerin de damgalanması için ikna edici bir sebep oldu. Böyle olmayabilirdi, Osmanlı Bektaşi tekkeleri ve bu tekkelerin postnişinlerinde oturan meşayih (şeyhler) için farklı bir politika uygulayabilirdi.
Fahri Maden, Bektaşilerin Serencamı’nda –kurunun yanında yaşın da yandığının- muhasebesini yapıyor. Yeniçerilerin 18 ve 19.yüzyıllarda gitgide dalâlete sürüklenmelerinin Bektaşi tarikatı ve geleneğiyle bağlantılı bir mesele olarak görmek yerine, merceği biraz daha büyüterek, yaşananların daha objektif değerlendirilmesi gerektiği telkin ediliyor kitapta. Bektaşiliğin ve Bektaşiliğe müntesip olanların başlarına gelen felaketler, sürgüne gönderilen şeyhler, mal ve mülklerinin müsadere edilerek toplu bir biçimde tenkil edilmelerine giden süreçte, Bektaşilik suçlanabilir miydi? Böylesine dar kalıba hapsolmuş bir düşünce düpedüz acımasızlık olmaz mıydı? Eserin önemle vurguladığı nokta da tam olarak bu. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nden, Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’ne kadar taradığı yüzlerce vesikayla birlikte Fahri Maden, sayfaların altına dipnot olarak düştüğü beş yüzü aşkın kaynakla ortaya zan ve kaynağı meçhul iddialar üzerine hareket edilmiş yanlı bir kitap değil, delillere istinad eden argümanlar silsilesiyle ortaya konulmuş bir eser.
Daha önce de birkaç eser vermiş olan genç müverrih Fahri Maden’in Bektaşilerin Serencamı serlevhasıyla Kapı Yayınları’ndan çıkan kitabı, yalnızca Bektaşiliğe yakın alâka duyanların değil, bilinmeyen tarihi okumaya ve bu tarihi gerçeklerle beraber bütünleştirmeye istekli okuyucular tarafından da olumlu karşılanacaktır.
Bektaşilerin Serencamı
Fahri Maden
Kapı Yayınları