27 Nisan 2024 Cumartesi / 19 Sevval 1445

Biz, tavana bakıp birbirine çarpanlar

“Tavana bakıp birbirine çarpan insanlar olarak bizden beklenen sorularımızdan vazgeçmemiz ve etrafımıza mutlu olduğumuza dair gülücükler saçmaktan başka bir şey değil. Ruhlarımız bizden çok gerilerde kaldı. İşin kötüsü de ruhlarımız çok geride kaldı durup onları beklemeliyiz diyenler de ayrıldı aramızdan. Ortada kaldık.”

HALE KAPLAN ÖZ12 Aralık 2019 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Biz, tavana bakıp birbirine çarpanlar

Ali Işık üçüncü öykü kitabı Uzaklık Yaralar’da, farklı coğrafyalardan ‘buralı’ öyküler getiriyor. Bu yolculukların ortak bir özelliği var: Bitmeyen ve yara alarak dönülen yolculuklar bunlar. Duyguları yarım,  gönülleri küçülen, her şeye bir parçacık değip geçen hız çağı insanları da kitap boyunca başka başka öykülerde el sallıyor bize. “Ruhlarımız bizden çok gerilerde kaldı” diyor Işık, ruhlarımızın geride kaldığını, durup onları beklememiz gerektiğini söyleyenlerin artık aramızdan ayrıldığını da ekliyor.

 

Her kitabın bir hikayesi vardır.  Yeni çıkan Uzaklık Yaralar kitabınızın oluşum hikâyesini anlatır mısınız?

Kitaptaki öykülerin bazılarında uzaklara gidebilmeyi denedim. Bazılarında da kalmayı, gidememeyi. Ne kadar başarabildim bilemiyorum. Dünyanın farklı bölgelerine yaptığım yolculuklar da öykülere karıştı sanırım. Uzaklık Yaralar, benim 2016’dan sonra yazdığım öykülerin iki bölüm hâlinde toplamı. Yazarken beni bir yerden bir yere taşıdı sanırım. Bendeki yolculuğu bitti. Bundan sonra kendi yolculuğunu yaşayacak. Kitapların da kendi kaderleri var. Ne diyeyim? Bahtı açık olsun. Uzaktan yolculuğunu seyredeceğiz. 

Kitabın ilk bölümünde uzaklardan hikayeler, ikinci bölümde coğrafi yakınlık var. Kitabın ismi sanki ilk kısma daha çok denk düşüyor.

Kitabın ilk bölümü başlığa daha yakın düşüyor olabilir ama hikâyelerin tamamında uzaklığın farklı noktalarına dokunan yerler var. En azından bendeki karşılığında bu var. İnsan uzakları hep merak ediyor. Oralarda her şeyin daha iyi gittiğini düşünüyor. Ama gerçekten öyle mi? Her birinde farklı yollar tercih edilerek zamana ve mekâna yapılan yolculukları kapsıyor desek öyküleri daraltır mıyız bilemiyorum. Ayrıca bu yolculuklar bitmemiş ve yara alarak dönülmüştür. 

‘Acelemiz Var’ isimli öyküyü okuyunca popüler kültürün kuşattığı tüm bir insanlığı, dünyanın turistleri gibi gördüm: Tavana bakıp birbirine çarpan, duygulanmasına izin verilmeyen, soru sormaması gereken, gittiği yere mutluluk taşıması beklenen… Ruhlar daha ne kadar geride kalacak?

Hız çağında yaşıyoruz demenin bir maliyeti var. Bu hız çağına nereden bakıyoruz? Bir yandan işimizi kolaylaştırıyor gibi görülse de yolculuklarımızın yatağını değiştiriyor. Bakışımızı hatta bakıp göremediklerimizi etkiliyor. Her şeye bir parçacık değip geçiyoruz. Hiçbir durumun ve nesnenin ruhuna dair bir şey birikmiyor içimizde. Eksilerek devam ediyoruz hayatımıza. Bütün duygularımız yarım. Bu da bizim gönüllerimizi küçültüyor. 

Popüler kültüre rahatlıkla hepimizin mesafesi var diyebiliriz. Ama hepimiz de bu kültürün bir parçası ve aygıtıyız. Bu kültür bizim üzerimizden kendine yer buluyor. Benim bu dehşet içeren duruma önereceğim bir şey yok maalesef. Sadece durumu anlatabilirdim. Tavana bakıp birbirine çarpan insanlar olarak bizden beklenen sorularımızdan vazgeçmemiz ve etrafımıza mutlu olduğumuza dair gülücükler saçmaktan başka bir şey değil. Ruhlarımız bizden çok gerilerde kaldı. İşin kötüsü de ruhlarımız çok geride kaldı durup onları beklemeliyiz diyenler de ayrıldı aramızdan. Ortada kaldık. Başımızın çaresine bakmalıyız.

‘Tam O An’ isimli öyküde bir fotomuhabirinin haber reflekslerini oldukça gerçekçi yansıtmışsınız. Görsel iletişimin handikapları çok güzel aktarılmış. Bizler de çoğu zaman bu öğrenilmiş refleksle bakıyoruz gittiğimiz yerlere. Siz bir öykücü olarak hangi duyunuzla ilk neyi hissediyorsunuz?

Herkesin hissettiği şeyleri hissediyoruz muhtemelen. Biz biraz daha hadsizlik edip tutup bunları yazmak gibi bir cahilliğe düşüyoruz. Arızalarımızı onarmak için yazıyoruz belki de. Belki bu karmaşa da anlayamadıklarımızı anlayabilmek için yazıyoruz. Elimizdeki öykü bastonuyla karanlıkta yol bulmaya çabalıyoruz. Körüz çünkü. Henüz ölmemiş hislerimizle sezebilmek için var gücümüzle çabalıyoruz. Hangi duyumla neyi hissettiğimi anlatmak o kadar zor ki. Anlatıldığında pırr diye uçuverecekmiş gibi hissediyor insan.

Çok geziyor musunuz? Gezdik yere öykü daha kolay, durduk yere daha zor. Katılıyor musunuz?

Bazı önemli yazarların yaşadıkları şehirden çıkmadıklarını biliyoruz. Seyahat mutlaka öykü dağarcığımızı etkiliyordur. Ama iyi öykü yazmanın sebeplerine gezmekle durmak arasından bir tercih yapmanın doğru yerden bakmak olmayacağı kanaatindeyim. Öykücü gerçeklikten kopardığı bir parçayı muhayyisiyle yoğurup yeni bir gerçekliğe (Edebiyatın kendi gerçekliğine) bırakıyor. Bu aşamada mutlaka gezip gördüklerinden etkileniyordur. Ama bu iyi öykünün olmazsa olmazı anlamına gelmez. Seyahatlerin bazı yazarlarda tıkanıklıkları aşmada katkısı olabilir. Bunun yanında muhayyileyi zenginleştirmede de elbette bir etkisi oluyordur. Ama bu sadece zenginleştirmekten ibarettir. Türlerin birbirine girdiği bir zamanda yaşıyoruz. Gezi notlarından ortaya çıkacak öykünün form olarak sıkıntıya düşme riski çok yüksek. Bıçak sırtı bir durum yani.

‘İnsandan insana akan nehir’ olarak tanımlamışsınız usta-çırak ilişkisini. Bunun gibi sevdiğim birçok örnek var kitapta: Sözü tasarruflu kullanıyorsunuz. Bunun sebebi üzerine konuşalım mı?

Usta çırak ilişkisini önemsiyorum. Ayrıca bu ilişki geleneğimize de yaslanıyor. Ama ustaların çırakları gölgelerinde boğmaması onları çoğaltması gerekiyor. İnsandan insana akan nehir kesildiğinde bağ kopuyor. Oysa devraldığımız en önemli miras bu bağ. ‘İnsan insanın kurdudur’ diyenlerden değil ‘İnsan insanın yurdudur’ diye düşünenlerdenim. Sanatta ve edebiyatta insansızlık kadar büyük bir risk yoktur sanırım. Dolaylı da olsa insana değmeyen edebiyat ürününün sönmesi çok hızlıdır. Birilerinden öğreneceğiz birilerinin öğrenmesine vesile olacağız. Akan nehirden kastım bu.

“Sözü tasarruflu kullanıyorsunuz” cümlesi en fazla sevineceğim değerlendirmelerden. Tür itibariyle öykü sözün tamamına ihtiyaç duymuyor.  Meramını hissettirsin yeter. Öykünün okura geniş bir alan bırakması gerekiyor. Yolu, yazarla okurun birlikte yürümesi için büyük bir imkân bu. Ben bu imkânı elimden geldiğince zorlamaya çalışıyorum. Ne kadar başarabiliyorum bilmiyorum.   

Öykü yazmanın sizdeki karşılığı nedir?

Okumak, yazmak, görmek ve düşünmenin birbirini etkileyen ve tamamlayan bir sürecin parçaları olduğunu düşünüyorum. Yazmak herkesin uğrayacağı bir durak olmayabilir. Okurken de yazarken de keşifler yaptığımız en azından kendimize ulaşmaya çabaladığımız bir yolculuğun içerisindeyiz. Marguerite Duras yazma gerekçesini anlatırken “İnsan, içinde bir yabancıyı barındırır; yazmak, işte o yabancıya ulaşmaktır.” diyor. Sanat ve edebiyat hayatın içinden, gerçeklerinden yola çıkar. Bu gerçeği olduğu gibi aktarmak yerine sanatçı muhayyilesinde gerçekten aldığı parçacığı yeniden yorumlayarak ve biçimlendirerek yeni bir gerçeklikle tekrar hayata sunar. Yazının bu düşünme ve oluşum aşamasında yazarın önüne yeni sorular ve yollar açılır. Okur da aynı sorularla okurken hatta metinden bağımız olarak da karşılaşır. Yazı hem yazara hem de okura hayatın yeniden düşünülmesine imkân verir. Yazının bu yönü öteden beri dikkatimi çekmiştir. Sanatın, edebiyatın yazara ve okura fark etme, görme fırsatı sunması önemli bir imkândır. İnsan düşünmek için küçük de olsa bir etki arar. Sanat ve edebiyat insanın düşünmesini, öteye geçmesini tetikler. Öykü de bu bağlamda bu sürecin tamamlanmasında önemli bir türdür. Öykü hissettirir. Görme ve düşünme safhasını büyük oranda okura bırakır. Öykü okunup bitmez. Okurun zihninde devam eder. Ayrıca hikâye anlatma bu topraklarda öteden beri süregelen bir gelenektir. Zamana göre formu ve biçimi değişse, kendini yenilese de yaygın bir aktarma tarzıdır.

Neden yazdığımla ilgi söyleyebileceğim kayda değer bir şey yok. Ama şu kadarını söyleyebilirim insan hiç olmaktan korkuyor. 

Gerçek olması bir öykü kıymetli kılar. ‘Bir Hikâyenin Etrafında Toplanmak’ bu kıymeti haiz. Lastikçi Cemal Abi’nin buyur ettiği lastikte uzun süre oturup kalacaksınız gibi görünüyor …

Bahsettiğiniz öykünün elbette gerçekle bir ilişkisi var. Ama başlı başına yaşanmış bir olaydan ibaret değil. Oradan koparılmış başka bir forma büründürülmüş ve yeni bir gerçeklikte yer bulmuş. Hatta bu öykü yazılmış iki öykünün farklı bir parçası.

Lastikçi Cemal Abi’nin buyur ettiği lastikte uzun süredir oturuyoruz. Çaylar geliyor, boşlar toplanıyor. Dünya dönüyor. İnsanlar birbirine yeni hikayeler anlatmaya devam ediyor.

Uzaklık Yaralar

Ali Işık

Pruva Yayınları