23 Nisan 2024 Salı / 15 Sevval 1445

Boşluğun manzarası da hiç fena sayılmaz

“Sürekli yığılarak ama asla yıkılmayarak ilerleyen bir şiir benim yazdığım” diyen Cengizhan Genç, yayınladığı ilk kitabıyla, Türk edebiyatına yeni bir sesin geldiğini müjdeliyor.

HALE KAPLAN ÖZ14 Aralık 2018 Cuma 07:00 - Güncelleme:
Boşluğun manzarası da hiç fena sayılmaz

Cengizhan Genç, soy ismi gibi genç bir şair. 1992 doğumlu. Şiirleri Hece, Dergah, Kurgan, İzdiham, Edebiyat Ortamı gibi dergilerde yayınlandı. Üstelik Sarışın şairin ilk şiir kitabı. “Son dönemde kuşağımdaki şairlere baktığımda başka kültürlerin mitolojilerinden fazlaca etkilendiklerini görüyorum. Fazlaca kullanılan yabancı kelimeler… Kendini bulmayı başaramayan, göçebe dillere ait şiirler” diyen Genç, kendi şiirini berrak olarak tanımlıyor.   

Madem Üstelik Sarışın bir ilk kitap, bizim de ilk şiiri sorma hakkımız var o zaman. Ne zaman yazmaya başladınız, onları açığa çıkarmaya nasıl karar verdiniz?

Yazmaya 13-14 yaşlarımda başladım. O dönemler izlediğim dizilerin etkisiyle ben senaryo yazacağım der ve defterlerime kafamda kurguladığım basit senaryolu şeyleri yazardım. O defterler tabii artık durmuyor, hepsi atıldı ama yazdıklarımın bir kısmını az çok hala hatırlarım. Sanırım yazma hevesim öyle başladı. Ben de bir insan hayatı kurgular ve onu şekillendirebilirim diyordum.

Ortaokulda güzel sanatlar resim bölümü için hazırlandım; ancak ailem yetenek sınavlarına girmeme müsaade etmedi, başarılı bir öğrenci olduğum için zekâmın ziyan olacağını düşünüyorlardı. O dönemler resim hep ön plandaydı, yazmak daha çok aklıma estikçe bir sayfa açıp karalamak gibi bir eylemden ibaret oluyordu. O an yazıp hevesimi alıyor daha sonra yazdıklarımla ilgilenmiyordum. Liseye büyük bir hayal kırıklığıyla başladım. Sanattan ve sanatsal aktivitelerden uzak bir ortamda okumak tüm enerjimi götürmüştü.   Resim hayatımdaki etkin rolünü yitirince yerini başka bir şeyle doldurmak zorundaydım. Liseler arası kompozisyon yarışmalarına katılmaya başladım, her yarışma için bir şeyler yazıyordum muhakkak. Çoğunda da ben kazanıyordum. Kazandığımı görmek yazabileceğime inandırdı beni. 

16 yaşındaydım, bir roman yazmaya başladım. 120 küsur sayfa da yazdım. Kurguladıkça aklıma daha çok şey geliyor, kendime bir evren oluşturuyordum. Üstelik daha önce kompozisyonlarım yarışmalar kazandığı için de yazdığım romanın çok iyi olduğuna inanıyor ve önüme gelene okumaya çalışıyordum. Akrabalarım için zor günlerdi. Yazabileceğime inanmamın bir sebebi de o dönem Christopher Paolini’nin Miras Döngüsü serisini görmemdi. Seriyi hiç okumadım ama arka kapaktaki on altı yaşındaki yazarın dünyaca ün kazanan kitabı ibaresini de hiç unutmadım. Benimle yaşıt birisi dünyanın farklı bir köşesinde bir kitap yazmıştı, üstelik oldukça da uzun bir kitap yazmış ve bunu seri haline getirmişti. O zaman bu işi yapacağım dedim. Şiirle çok çok ilgili değildim ama. Aklımda okuduğum fantastik romanlardan sebep kurgusu yüksek romanlar yazmak vardı sadece. Üniversiteye başlayınca şiire yoğunlaştım. Dergilere yolladım, reddedildim yeniden yolladım. Bir sene boyunca düzenli olarak reddedildim ama asla yılmadım. 

Biyografinizde edebiyat okuduğunuz, aşçılık yaptığınız yazıyor. Sonra olaylar nasıl gelişti, şimdi ne ile meşgulsünüz? Ve tabii şiir bu akışın neresinde?

Edebiyat fakültesine gitmemin tek sebebi yazar olmaktı. Asla öğretmen olayım diye edebiyat okumadım. Kabul ederlerse okulda kalır, asistanlık yaparım diyordum kendi kendime. Okulda kalmak da çok mümkün gözükmüyordu, kendime bir alternatif oluşturmam lazımdı. Ben de aşçılık kursuna gidip yemek eğitimi aldım. Yemek yapmayı hep resim yapmaya benzetmişimdir, sanırım o sebepten yemek yapmayı da çok seviyorum. Mezun olduktan sonra fakültede kalamadım, ailemin yanına Sakarya’ya döndüm. Ücretli öğretmenliğe başvurdum, bir yıl birinci sınıflara okuma yazma öğrettim. Benim için güzel bir süreçti, çok fazla yorulmuyordum. Ancak okullar kapanınca yine açıkta kaldım. 2014 yılında mezun oldum. 2018’e kadar öğretmenlikten bakkallığa, aşçılığa kadar pek çok işte çalıştım. İş olması yeterliydi benim için. Kazandığım parayla da çok ilgilenmiyordum. Boşta kalınca kendimi boşlukta gibi hissediyordum. Ne iş bulduysam çalıştım. Düzenli bir gelirim hiç olmadı o dört yıllık süreçte ama işsiz de hiç kalmadım. Kendi temel ihtiyaçlarımı karşılamaya yetti hep kazandıklarım. Ardından 2017’de adliyenin açtığı sınavları gördüm. Neden olmasın dedim, orada da yazı yazıyorlar sürekli. Ben de yazı yazmayı seviyorum. Girdim, nasip bu ya oldu. Şu an hala İstanbul Anadolu Adliyesi’nde zabıt kâtibi olarak çalışıyorum. O ne diyenler için: Yaz kızım, yaz oğlum.

Ömer Yalçınova 2015 yılında Bahçelievler şiirinizle ilgili bir değerlendirme yaparken “Cengizhan genç berraklıktan konuşur” ifadesini kullanmış. Siz nasıl tanımlarsınız şiirinizin genel karakterini?

Ben de berrak bir şiir dilim olduğunu düşünüyorum. Okuyucuyu yormuyor. Son dönemde kuşağımdaki şairlere baktığımda başka kültürlerin mitolojilerinden fazlaca etkilendiklerini görüyorum. Fazlaca kullanılan yabancı kelimeler… Kendini bulmayı başaramayan, göçebe dillere ait şiirler. Okuduğum şiirin beni yormaması önemli, akıp gitmeli şiir. Okuduktan sonra şimdi bu adam ne demek istemiş dememeliyim. Anlamasam bile bir şeyler hissetmeliyim. 

Şiir öyle olmalı ki içimde bir noktaya değmeli. Ama bütünlüğü de olmalı. Mısra şairi değilim mesela, bütüne fazlaca önem veriyorum. Yığmalı olarak ilerleyen bir şiirim var. Birbiriyle ilişkili şeyler üzerinden anlatmayı seviyorum zihnimdekileri. Sürekli yığılarak ama asla yıkılmayarak ilerleyen bir şiir benim yazdığım. Kafiyeyi gözettiğim ama kafiye için de zorlamadığım, akışına bıraktığım, okuyucuya meydan okuyan ama bunu bağırarak değil sükûnetle yapan bir şiir benim yazdığım; bir şeyler anlatan, okuyucuyu fethedemese bile kuşatmayı hedefleyen bir şiir. 

“Parçalayan Şeyler” ve “Gülüş Kovan” bölümlemesini neyi dikkate alarak yaptınız? Ben ikinci bölümü daha çok sevdim. Ritmi yükseldi, kalple rabıtası daha da güçlendi… Siz ne dersiniz?

İlk bölümdeki şiirlerin çoğunu askerdeyken yazdım. Yalnızlık tarafından kuşatıldığım bir dönemdi. İçimdeki insanlığın parçalandığını hissediyordum. İlk şiir de zaten “İnsanın İyi Yüzünü Parçalayan Şeyler”. Yıprandığım, parçalandığım, sürekli kuşatıldığım, yenilmeyi ise reddettiğim bir süreç. İçimdeki iyi şeyler parçalandıkça yerlerine daha iyi şeyler koymaya çalıştım. Bu süreç sonunda da ilk bölüm ortaya çıktı. O süreci asla sevmedim; ama onlardan başka sahip olduğum bir şey de yoktu o dönem. Zeynep Arkan’ın “Sana kinim vardır elbet senden başka kimim var” mısraını bölüm başına koymam da bu sebepten.

“Gülüş Kovan” bölümündeki şiirleri ise genelde mutlu olduğum dönemlerde yazdım. Buradaki kovan sözcüğü de kovmaktan gelmiyor, arıların ballarını biriktirdiği kovandan geliyor. Ancak zihindeki o çok anlamlı karşılığı sevdiğim için kelimeyi değiştirmedim. Sözcüğün bendeki karşılığı aşk, hep de öyle kalacak. Okuyucuyu kalıplar içine çekmek istemem ama. Onlar pekâlâ kovmak olarak da düşünebilirler. O bölüm aşk üzerine kurulu. 

“Bir yerden başlamak lazım/ -İnce tatlı bir yerden/ Müzik dinliyorsan mesela/ Kalkıp sesini açma isteği uyandırmalı” yaşama sevincine dair yazılmış ne güzel mısralar ama adı Ölüm Mevsimi şiirin, neden? Ve şair hakikati nerede arıyor?

“Ölüm Mevsimi” yaşamak isteyen ancak bunu başaramayan birinin şiiri. Orada da bir aşk var. Tek taraflı. Bitmiş bir aşk, yani ölmüş artık. O şiirin kahramanı terk edildiği için bir ipin üzerinde duruyor. Bir adım daha atsa altındaki büyük boşluktan kurtulacak. Sağlıklı bir insan ayaklarının yere sağlam basmasını ister. Fakat bu bir şiir ben de bir şairim. Ayakları yere basan bir şiir yazsam da ayakları yere basan bir şair olduğumu iddia edemem. 

İçindeki yaşama isteği ve kaybedecek hiçbir şeyinin kalmaması kişiyi umursamaz yapar. Oradaki de öyle bir kişi işte. Artık umursamıyor. Aşk bitmiş ve ölmüş, daha fazla ölemez. Kendi ölüm mevsiminde zaten. Ve boşluğun manzarası da hiç fena sayılmaz.