20 Nisan 2024 Cumartesi / 12 Sevval 1445

Bugünü yazsam distopik hikaye olur

Son kitabında çocukluğa dair yazdığı hikayeler dikkat çeken Gülçin Durman “Bugünü yazmak istesem; yalnızlık, ümitsizlik ve duyguların körelmesi üzerine yazardım. Hatta distopik hikâyeler bile olabilirdi bunlar!” diyor.

HALE KAPLAN ÖZ11 Temmuz 2019 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Bugünü yazsam distopik hikaye olur

“Nenem, teyzem ve ben yorgunluktan biraz durulmuştuk ki, teyzem “Gülçinim, bi Ferdi Tayfur çalıver de iyice bir ağlayalım şöyle.” dedi. Ferdi Tayfur çalmaya başladı, biz de ağlamaya koyulduk. Güzel güzel ağladık yeniden”  bu pasaj Gülçin Durman’ın ‘Sakallı Bebek, Domatesler ve Diğer Önemli Şeyler’ hikayesinden. Küreselleşmeye henüz geçmemiş olduğumuz yıllardan… 30 yıl öncesinin İstanbul’undan… Yazarın Başıma Gelenler Hep Senin Yüzünden isimli kitabı belki de ‘hikaye gibi yaşadığımız’ son yılları anlatıyor. Okuyup güzel güzel ağlayalım yeniden.  

Kitabın geneli çocukluğa, ilk gençliğe ait hikayelerden oluşuyor. Bu tercihin sebebi nedir?

Daha önceki kitaplarımda da çocukların kahraman  olduğu hikâyelerim vardı aslında. Ama bu kitabın çoğunluğu, çocukluğa özgü izlerden oluştu. Yeğenim ikinci kitabım İnşallah çıktığında ortaokula gidiyordu. O kitapta da gerilimi yüksek metinler vardır. Çocukcağız, kitabı zar zor okuyabildi. Hatta Hititleri anlattığım hikâyeden de bayağı bir korktu.  Sonra  yakınım olan başka çocuklardan, okul söyleşilerinde karşılaştığım gençlerden aynı tepkileri aldım. Sonra da bizim hikâyemizi, bizim çocuklarımıza anlatmayı istedim ve bu hayal ile Başıma Gelenler Hep Senin Yüzünden doğdu.

Çocuğun sanat ile ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bugünden bakarak mı yazılıyor o dönemi ait hikayeler sizce? 

Bu soruya cevap verebilmek için sanat nedir sorusunu konuşmamız gerekir öncelikle. Eskiden sanat, hayatın içindeydi ve herkes kolayca sanata ulaşabiliyordu. Günümüzdeyse sanat ile meşgul olmak sadece varlıklı kesimin tasarrufunda gibi. Birkaç zamandır ben de çocukların sanatla buluşması üzerine kafa yoruyorum. Bu çabanın ilk ürünü de inşallah yakın zamanlarda, masal olarak yayımlanacak. Sanatın insanı değiştirdiğini, incelik kazandırdığını düşünüyorum. Ve her çocuğun da sanata ulaşmaya fırsatı olmalı.

Otobiyografik olduğu izlenimi de bırakıyor bu hikayeler… Siz nasıl bir çocuktunuz?

Bence bir kitabın otobiyografik olup olmadığına dair bir kanaat belirtmek çok zor. Çünkü yazar, ona inanmamız için elinden geleni yapar neticede. Anlattıklarına inanmamızı ve etkilenmemizi ister. Bu etkiyi sağlayabilmek için de tanıdık imgeler, muhitler, detaylar, hatıralar kullanır. Metin, yazardan bağımsızdır da denemez. Çünkü hayatından bir iz, bir koku da ister istemez sinmiştir esere. Bana gelince, darbe çocuğuyum ben. Semtimizin tek  muhafazakâr ailesi bizdik. Annemin başörtüsü, babamın hassasiyetleri, bizim uzun eteklerimiz komşularımız tarafından yadırganır, tuhaf bulunurdu. İlkokula kadar, konuşkan ve neşeli bir çocuktum. Ancak okula başlamamla birlikte sessiz, huysuz, mızıkçı ve hatta zaman zaman anarşist bir çocuk oldum. Öğretmenimden ödüm kopardı. Okula gitmemek için neredeyse her sabah bir bahane uydururdum. Okulun kapısına kadar gidip sonradan, eve döndüğüm de çok olmuştur. Beylerbeyi’nin  sessiz, sakin tam bir Boğaz köyü olduğu zamanlarına denk gelir çocukluğum. Bahçeler, bostanlar ve boş arsaların yanı sıra seyrek araç geçtiği için caddelerinde bile oynanabilirdi o zamanlar Beylerbeyi’nde. Haftada bir eskilerin dediği gibi alay-ı vâlâ ile her komşuya selam vererek iskeleye iner, vapurla İstanbul’a geçerdik. İşte o vapuru da, rahmetli neneciğim ile teyzelerimin oturduğu semtlere gitmeyi de pek severdim. Vefa, Süleymaniye ve Sultanahmet’e adımımızı atar atmaz o asabi çocuk gider  ve üzerime bir yumuşaklık, sakinlik ve sevimlilik  gelirdi. Başkalarının rahatsız olduğu o karmaşa,  her katında farklı bir ailenin oturduğu ahşaptan köhne evler, uçuk kaçık renkler ve Beylerbeyi’nde asla duyamayacağınız diller beni benden alırdı resmen. Bu yüzden çocukluğumun en mutlu  anlarını Vefa Lisesi’nin karşısında şimdi yıkılmış olan kârgir ev ile Süleymaniye Camii’nin tam karşısındaki ahşap köşkte yaşadım diyebilirim. 

O dönemi hikayeleştirecek kadar güzel kılan neydi?

Geçmiş her zaman güzeldir. Acı da geçse sıkıntılı da olsa, nedense hep hoş bir şekilde hatırlanır. Geçmişi anlatmayı da dinlemeyi de herkes sever. Kim bilir sizin de ne tatlı çocukluk hatıralarınız vardır…

Bugünü peki, bugünü anlatsanız neyi en değerli bulurdunuz?

Çok emin olmamakla birlikte bugünü yazmak istesem; yalnızlık, ümitsizlik ve duyguların körelmesi üzerine yazardım gibi geliyor. Hatta distopik hikâyeler bile olabilirdi bunlar! 

Mutahhari’nin Kadın Meselesine Bakışını Nasıl Buluyorsunuz Ağabey’ kitabın en güzel hikayelerinden biri. ‘Bizim hikayemiz’ olarak pek o kadar da güzel değil ama... Bu hikayeyi nasıl sonlandırmak isterdiniz?

Kahramanımız meseleyi kavramış olur; son günlerini pişmanlık ve büyük ihtimalle yalnız bir şekilde geçirirdi. Belki, hatıralarını yazar ve ‘İtiraflarım’ başlığıyla da kitaplaştırırdı.

Babanız değerli bir şair, siz de kitabınızı ona ithaf etmişsiniz...

Dediğim gibi zor bir çocuktum. O yüzden  anneme de babama da bana katlandıkları için müteşekkirim. Okulda başarısız bir çocuk olduğum için konu komşu sürekli annemle babama, beni okuldan alıp konfeksiyona vermelerini tavsiye ederdi. Bizimkiler ise bunların hiçbirine kulak asmazdı. Hem de benim onca tembelliğime ve okulu asmalarıma rağmen. En nihayet yine bir sınıfta kaldığım sene,  babam ‘Ne yaparsan yap, seni okutacağım. Ceketimi satar yine de seni okuturum’  deyince işin ciddiyetinin farkına vardım. Kurtuluşum yoktu yani. Dişimi sıkıp okulu bitirmeye karar verdim. Esas hikâyem de işte ondan sonra başladı zaten. İyi bir notla liseyi bitirdim. Dershaneye gitmeden üniversiteye girdim. O solmuş, yıpranmış ceketin hatırası ise hâlâ burnumun direğini sızlatır. Yazmama vesile olan kişi de babamdır. Hikâyelerime her zaman, hatta benden daha fazla inanmış, güvenmiş ve sevmiştir. Bir kitap değil, bütün kitapları ona ithaf etsem de hakkıdır yani…