18 Nisan 2024 Perşembe / 10 Sevval 1445

Çınarından Centrantus Ruber’ine kadar..

“İstanbul’da yaşama sanatının sanat hâline gelmesi için bu tarihî şehir, Osmanlı çınarlarından, taşlardan fışkıran Centrantus Ruber’lerine kadar iyi bilinmelidir.”

AYŞEGÜL ERGÜL ASLAN12 Eylül 2019 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Çınarından Centrantus Ruber’ine kadar..

Yakın zamanda kaybettiğimiz tarihçi ve devlet adamı Haluk Dursun, ardında pek çok eser bırakarak bu dünyadan göçtü. Onun belki bıraktığı en büyük miras, farklı dünya görüşlerine sahip onlarca insanın, onun ardından söylediği güzel sözler oldu. 1957 yılında doğan Dursun, Galatasaray Lisesinin ardından İstanbul Üniversitesi Tarih bölümünü bitirdi. Ardından Marmara Üniversitesinde yüksek lisans ve doktorasını tamamlayarak akademik kariyerine adımı attı ve yine aynı üniversitede Yakın Çağ Tarihi Anabilim Dalında profesörlüğe kadar yükseldi. Akademik çalışmalarının yanında pek çok kamusal alanda da görev aldı. İBB Genel Müdür Danışmanlığı, İstanbul İl Kültür ve Turizm Müdür Vekilliği, Kültür ve Turizm Bakan Yardımcılığı gibi görevlerde bulundu. Bu görevleri sırasında İstanbul ile bir kent olmasının ötesinde bir ilişki kuran Haluk Dursun, tabiri caizse İstanbul’u tarihiyle, kültürüyle, insanıyla bir bütün olarak ele aldı ve anlamaya çalıştı. Bu bakış açısının bir ürünü sayılabilecek İstanbul’da Yaşama Sanatı her şeyiyle birlikte İstanbul’un bugününe odaklanan; geçmişi yok saymamakla birlikte beyhude nostaljilere kapılmayan, İstanbul’un bugünü ile sıkı ilişki içine girmiş bir insanın kişisel tecrübelerini de içeren bir metin.

NOSTALJİYE REDDİYE

1999 yılında, kitaba yazdığı ilk ön sözde şu ifadeleri kullanıyor Haluk Dursun: “İstanbul’da doğmadım, ama İstanbullu oldum. İstanbul’da yaşayıp da bir türlü İstanbullu olamayanlara, bir türlü İstanbul’u yaşayamayanlara hep acıdım, onları hiç anlayamadım. İstanbul’u geçmişte bırakıp, nostalji feryatlarına katılmadan elde kalanlarla yetinmeye, onları keşfetmeye çalıştım.” Bu cümleler, Dursun’un İstanbul’u algılama, İstanbul’la ilişki kurma biçimini anlamanın da bir girizgahını oluşturuyor adeta. Öyle ki kitabın girişini oluşturan “Nostaljiye Reddiye” adlı ilk bölümün başlığı bile bu cümleleri destekler nitelikte. Bir tarihçi olmasının da etkisiyle mutlaka İstanbul’un tarihini önemsiyor, “Günümüzde, maalesef artık kalmayan ortak İstanbul kültürü, ancak ortak İstanbul tarih bilinciyle oluşturulabilir” diyecek kadar bu tarihe saygı duyuyor Haluk Dursun, ancak ona göre bir şehri anlamak, hissetmek, o şehri yaşamakla mümkün. Geçmişe takılıp kalınmasına, İstanbul’un eski zamanlardaki şaşalı çağına ağıt yakmaktansa İstanbul’un bugünü ile ilişki kurulmasının daha doğru olacağını düşünüyor. Bu yüzden de eskiye methiyeler düzmek yerine, “biz inanıyoruz ki, eskinin kötü tarafları, eksik yönleri olabileceği gibi, yeninin de hâlâ mevcut güzellikleri olabilir” şeklinde dile getiriyor ‘yeni’ye dair bakış açısını. 

TAŞI TOPRAĞI ŞİKAYET

Bu vesile ile yakın zamanda aramızdan ayrılan Haluk Dursun Hoca’yı bir kere daha anarken, bu kitabın da bugünün İstanbul’una dair henüz farkına varamadığımız bir şeyleri fark etmemize vesile olacağını umalım ve kendisinin cümleleriyle sonlandıralım: “İstanbul’da yaşama sanatının sanat hâline gelmesi için bu tarihî şehir iyi tanınmalı, yedi tepesinden kıyısına, parkından dağına, tarihî Osmanlı çınarlarından, taşlardan fışkıran Centrantus Ruber’lerine kadar iyi bilinmelidir.”