19 Haziran 2025 Perşembe / 23 ZilHicce 1446

Cinayeti gördüm!

ÇİLE KIRGIN; AİLE İÇİ İLETİŞİMSİZLİKTEN YABANCILAŞMAYA, KULLAN AT DOSTLUKLARDAN İSRAF KÜLTÜRÜNE KADAR MODERN DÜNYANIN SURATSIZ ÇEHRESİNE SIKILAN BİR KURŞUN GİBİ DURUYOR ÖNÜMÜZDE.

EYYÜP AKYÜZ4 Temmuz 2014 Cuma 07:00 - Güncelleme:
Cinayeti gördüm!
Modern hayatın en göze çarpan özelliği, her şeyi/herkesi sınıflandırıp sınırlandırması belki de. Öyleyse bize düşen de bu kutsal(!) görevi hakkıyla ifa etmek. Bu çağın insanını ikiye ayırsak kimsenin itirazı olmaz sanırım. Birinci grupta “Yeryüzündeyiz ve bunun tedavisi yok” cümlesini kendine ayet edinmiş ve tez elden o büyük çaresizliğini sulamaya koyulmuş müzmin tutunamamışlar yer alır. İkinci grupta ise “Yeryüzündeyiz çünkü Rabbimiz böyle murad etti. Hayat, keder denen o lüks oyuncakla oynayıp oyalanacak kadar sürmüyor” diyen iman ehli eylemciler saf tutar. Birisi yalnızca söylem safhasında kalıp büyüteçle umutsuzluk büyütürken, diğerinin kendi kabuğuna çekilecek vakti yoktur. Çünkü insanların en hayırlısının insanlara faydalı olandan başkası olmadığını özümsemiştir ikincisi. İşin kötü yanı ise, bu iki zıt kutbun çatışmak yerine uzlaşıyı seçmesidir. ‘Her temas iz bırakır’ gerçeği, tüm çıplaklığıyla kendini gösteriverir. Arabeskçiler, ellerinde aynalarla biteviye ‘Başkasını bırak, kendine bak!’ sloganları atmaktadırlar. Kendilerinin bataklıktan çıkmak gibi niyeti olmamakla birlikte, yukarıdakileri de aşkla aşağıya davet etmektedirler. Bir zaman sonra beklenen olur: İkinci grupta kala kala bir avuç insan kalmıştır. İşte modern roman da böylesi bir havada inşa edilir ne yazık ki. Psikolojilik tahlillere, aforizmalara, iç konuşmalara sözümüz yok. Ancak umutsuzluğun bir virüs gibi yayıldığı günümüzde, iyimser bir bakış açısı geliştirmemek için dünyanın bir uçurum olduğundan dem vurmanın insana yaraşmadığı da aşikâr. Dünyaya, tutunmak için mi geldik ki tutunmaya çalışıyoruz? Zaten cennette tutunamamış insanın dünya gurbetinde tutunmaya çalışması, sınav salonundaki öğrencinin kahve fincanında fal bakmasından daha abes değil mi? Hâl böyle olunca içinde bir demet umut barındıran kitaplara meylediyor insan. KİM BU ÇİLE KIRGINI? Ayşegül Genç’in ikinci romanı Çile Kırgını, Okur Kitaplığı’ndan çıktı. ‘Çile kırgını’ bir tasavvuf terimi. Dervişlerin, nefislerini ıslah için bir hücreye kapanıp çile çıkardıklarını biliyoruz. Nefsanî şeylerden uzak, şeytanı def edip nefsi nakavt etmek için günlerce karanlık bir odada çile çekmek… Ya çile başarıyla tamamlanacak ve hücre bir anda gülistana dönecek ya da o hücrenin adı zindan olacak ve çile nihayete erdirilmeden bir çile kırgını olarak terk edilecektir. Nice derviş vardır çile kıran. Dervişliğin tedavülden kalktığı bu çağda, kitaba böyle bir ismin verilmesinin sembolik manası üzerinde durup dünyayı bir çilehane ve insanı çilekeş bir derviş olarak tefekkür ettiğimiz esnada, yazarın bu tezimizi destekler mahiyetteki sözlerine kulak kabartıyoruz: “Eskiden dervişler bir hücreye kapanır çile çıkarırlardı Leyla. Yaşadığımız çağ, insanı öylesine sarmalamış ki, bizzat bu çağda Müslüman kalabilmek en büyük dervişliktir belki de. İnsan bu çağı hücresi bilip arzularına prim vermeden yaşar, fıtratındaki sivrilikleri törpüler ve ölürse çilesini çıkarmış olur. Ama hepimiz durmadan çile kırıyoruz, sonra da derviş olmuş gibi geziniyoruz. Eskiler çilesini çıkaramayana “çile kırgını” derlerdi Leyla. Etrafımız çile kırgınları ile dolu…” Hayatının bir kısmını sürgünde çile çekerek geçirdiğinden olsa gerek milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’a ithaf edilmiş kitap. MODERN DÜNYANIN SURATSIZ ÇEHRESİNE SIKILAN KURŞUN Peki, çile nasıl çıkarılır ya da kırılır? Aradaki ince çizgi ne renktir? Acaba bu soruların cevapları nerede, kimdedir? Ayşegül Genç’in sembolik bir üslupla nakşettiği eserini bir modern dünya eleştirisi olarak okuyoruz. Fıtratın kilometrelerce uzağına düşmüş insanın ancak mutsuzluk fabrikası işlevi gördüğünü anımsatıyor yazar. Dağınık yaşayan, dolayısıyla oradan oraya sürüklenirken özü kaçıran; pusula olduğunu iddia eden sahte peygamberlerce mütemadiyen yanlış adreslere yönlendirilen; güvensizlik ve önyargı gibi tehlike çanlarının sesine her gün maruz kalan zavallı modern insancıklar… Dindar bir Şark toplumundan laik ve modern Garp toplumuna geçiş yaparken monden hayatın şaşaasından gözleri kamaşan ilericiler(!)… Hepsi tek tek payına düşen azarı işitir. Özellikle Somali-Türkiye gibi geniş coğrafyaya yayılan mekân seçimi ve bu iki kültürü mukayese ederken tüketim kültürüne getirilen muazzam eleştiri dikkatimizden kaçmıyor. Yukarıda anlattığımız iki ayrı gruptan ise ikincisine tabidir yazar. Çünkü hastayı muayene eden doktorun görevi, acımak değil; çare bulmaktır ve yazar, düşen birine battaniye açacak kadar sorumluluk sahibidir. Eleştiriye ironi katınca ortaya çıkan alaşımın ne denli etkili olduğu hepinizin malumu. Bu bilinçle ironi dozunu ayarlamayı başaran yazar, kelimelerin çarçabuk gönlümüze ve ruhumuza sirayet etmesini sağlıyor. Romanın kurgusu Bakış Açısı (Vantage Point) filmini anımsatıyor. Olayı tek bir bakış açısından yansıtmıyor yazar. Cinayeti görenler vardır. Maktulün dostları mesela ya da o malum cinayetten yıllar önce ahrete intikal etmiş bir muhasebeci. Kim, hangi cinayeti görmüştür peki? Şehirleşmeyle birlikte uluorta suikast düzenlenen o meşhut insanlık cinayetini mi; merhamet gibi Rabbanî bir duygunun, acımak gibi marazlı bir insanî duyguya indirgendiği cinayeti mi yoksa hayatımızın madde istilasına uğrayarak toplu katliama maruz kaldığımız o meşhum cinayeti mi? “Duvarların dili olsa da konuşsa” cümlesinden yola çıkarak duvarları hadi konuşturan yazar, maktulü tanıyan herkese ve hatta maktulün bizzat kendisine bile mikrofon tutuyor. Çile Kırgını; aile içi iletişimsizlikten yabancılaşmaya, kullan at dostluklardan israf kültürüne kadar modern dünyanın suratsız çehresine sıkılan bir kurşun gibi duruyor önümüzde. Evet, romanın tüm karakterlerinin dediği gibi cinayeti gördüm.