24 Nisan 2024 Çarşamba / 16 Sevval 1445

Edebiyattan taşan trajedi

Bir felaketi diğer bir felaketin takip ettiği Bosna Hersek’te yaşayanların paylaştığı hayatı ve bu hayatın milliyetçilikler çağında nasıl değiştiğini anlamak bakımından geniş bir görüşe ve inceliğe ihtiyaç var. Denemeden romana uzanan kitaplar anlattıklarıyla bir yandan uzak/yakın tarih bakımından önemli olan Bosna Hersek’i, öte yandan 1990’lardaki gelişmeleri tanımaya daha da önemlisi zamanla oluşan asıl hikâyeyi; çatallanmaları kavramaya yardım eder.

ASIM ÖZ10 Ekim 2019 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Edebiyattan taşan trajedi

Genelde Balkanların özelde ise Bosna Hersek’in edebiyata yansıma şekli daha ziyade siyasi gelişmelerle içli dışlı olmuştur. Üstelik bu durum sadece Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra Yugoslavya’da yaşanan trajediyi anlatma iddiasındaki metinlerle sınırlı değildir. İkinci Dünya Savaşı yıllarından 1950’lere uzanan yıllarda da Yugoslav coğrafyası çeşitli etnik unsurların birbirlerine girdikleri son derece karmaşık ve kanlı olaylara sahne olmuştur. Büyük insani ve kültürel yıkımlara yol açan bir dizi savaştan önce Sırplar, Hırvatlar, Boşnaklar, Karadağlılar, Makedonlar, Arnavutlar ve Kosovalıları bir arada sunan büyük romancıların kurgu dünyasında da edebiyatı aşan unsurlar hep var olagelmiştir.

Birbirinden farklı ve aynı zamanda değişik dünya görüşlerine sahip yazarların tarihsel sürekliliği ve kırılmaları yansıtan eserleri şu soruların izinden giderek ele alınabilir: Yugoslavya ve Bosna Hersek anlatıları yeni bir durumdan mı ibarettir? Ortaya çıktığı toplum ve uygarlıkla tarihsel açıdan nasıl bir ilişkisi vardır? Yazarların temsil ettiği konumlar nelerdir?  İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın ortasında yaşanan en kanlı savaşın başat sorumluları diye anılan isimlerin yapıp ettiklerine içeriden tanıklık eden hayli yazar var. Bosna’nın güncel ortamından Selçuklu Isfahan’ına uzanan Cevad Karahasan, Müslümanlarla dayanışmayı sürdürmek için Saraybosna´da kalan Miljenko Yergoviç, savaş devam ederken kendini sınırlamadan ve sansürlemeden Saraybosna’daki deneyimlerini yazan Semezdin Mehmedinoviç gibi yazarların iyimserlikten uzak anlatıları birbiri ardına Türkçeye aktarılmaya devam ediyor. 

ANDRİÇ VE SELİMOVİÇ

Yugoslavya’nın Partizan kimliği etrafında kenetlenmiş bir konfederasyon kurma yolunda hızla ilerlediği yılları yansıtan Meşa Selimoviç’in hikâyeleriyle Bosna’nın tarihini anlatan romanlarıyla bilinen İvo Andriç’in hapsedilme deneyimi ve iradenin sınırlarına odaklanan Lanetli Avlu’su bunlara eklenmeli. Her iki yazarın metinleri olgular düzeyinde önemli farklara ve estetik sapmalara rağmen, genelde hümanist anlam katmanına ait kabul edilir. Ayrıca anlatıların tümünde iyimserliği yaşatabilecek olaylar ve anekdotlar da görülebilir fakat hemen hepsinde, barışçıl birliktelik umudunun terk edilmesine yol açan gelişmeleri etkileyen hususlar varlığını hissettirir.

Nazilerin Yugoslavya’yı işgal etmesiyle başlayan süreçte inzivaya çekilen ve İkinci Dünya Savaşı yıllarını yazarak geçiren İvo Andriç,  sadece bir romancı değil.  Diplomatik görevler üstlenmiş, Slav kültürü ve edebiyatı alanındaki akademik çalışmalarını “Osmanlı Yönetimindeki Bosna Hersek’te Kültür Yaşamı” adlı doktora teziyle sürdürmüştür. Onun Lanetli Avlu adlı ufarak eseri her ne kadar İstanbul’da bir hapishanedeki mahkûmların öykülerinden meydana gelmiş olsa da Osmanlı yergisi içerir. “Hayat işte böyle bir şey!” türünden yargıları aşar kurgu dünyası. Gerek hapishane müdürü Latif Ağa gerekse Kamil’i tutuklatan İzmir Valisiyle pekişen avlunun boğucu, güvensiz ve mahkûmların psikolojisini bozan durumu bunun bir yansımasıdır. Denilebilir ki Andriç, uzun vadede toplumların kimliğini oluşturan aktarılan deneyimle şekillendirmiştir eserlerini.

Uluslararası ün salmış olan ve Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan İvo Andriç’in edebi metinlerine akseden tarihsel hakikatlerin mahiyetinin ne olduğunu keşfetme sürecinde Aliya İzzetbegoviç’in görüşlerine başvurmak gerekir. İzzetbegoviç, Yugoslavya’nın dünyadaki şöhretine katkıda bulunan hatta Tito döneminde “Yugoslavya’nın Tolstoy’u” diye anılan Andriç’le ilgili hümanist anlatının doğurduğu enflasyon tablosunun gerçekçi olmadığını anlatmaktadır. Tolstoy’dan hareketle tarih ve roman tartışması yapan İzzetbegoviç’in eleştirilerini birlikte okuyalım:

“Müslümanlar onun hikâyelerinde daima iptidai, namusuz, zayıf,  aylak, hilekârlık ve tembelliğe meyyal olarak tasvir edilir. (…) Eğer Andriç’i tarihi gerçekleri izlemediyse ve de onları doğrulamadıysa, insanlar ve onların karakter, inanç, his ve ilişkileri hakkında yazdığı her şeyi kendi muhayyilesinden aldıysa ki (şüphesiz o hayli hayalcidir) o halde onun Drina Köprüsü, Travnik Günlüğü, Lanetli Avlu (…)adlı eserlerinde gerçekten var olan insanlar ve zamanlar hakkında öğrenilebilecek ve anlaşılabilecek hiçbir şey yoktur.”

Bunun tarih arka planlı romanlar açısından öyle çok önemli bir handikap yaratmadığı elbette ileri sürülebilir. Zaten tarihin her zaman çağdaş dolayısıyla siyasi olduğunu bilen İzzetbegoviç’in kendisi de roman okurunun yazdıklarını ve suçlamalarını elini sallayarak geçiştireceğinin farkındadır. Bu yüzden insanların Andriç’in romanlarından gerçekte ne olabilecekleri ya da ne olmadıkları hakkında bir şeyler öğrenilebileceğini göz ardı etmez. “Zamane gençleri işte” demeden çocuklarına önermesinden de anlaşılabileceği üzere eserlerin felsefi değerini takdir eder.

ALİYA İLE OKUNMALI

Geçmiş karmaşık tarihi olaylar üzerine yazan Meşa Selimoviç,  okuyucular arasında büyük ilgi gören, birçok eleştirmenin övgüsünü kazanan Derviş ve Ölüm adlı romanıyla tanınır. İkinci Dünya Savaşı sırasında Partizanlara katılan Selimoviç,  romanında aslında yaşadığımız çağı, günümüz insanının tereddüt ve düşüncelerini yansıtır. Bir ülkeyi ve insanlarını, onların yakın tarihine tanıklık eden Kızıl Saçlı Kız adlı kitabındaki öykülerinde Selimoviç,  1940’lardan 1950’lere uzanan bir dönemde Bosna Hersek’te yaşanan olayları anlatır.

İZ BIRAKAN ESERLER

Savaşta meydana gelen olaylar zincirinin özel deneyimlerinden bazılarını büyük Sırbistan ideolojisini savunan radikal milliyetçi monarşist Çetnikler, Josıf Broz Tito’ya bağlı komünist Partizanlar ve Nazi yanlısı Ustaşalar arasına sıkışmış insanlardan hareketle göstermesine şaşmamak gerekir. Hatırlama ve anlatmanın edebiyatın temel görevleri olduğunu; olayları, mekânları ve çağları kat edebilen bir tarih üstü düzlemde pek çok öykünün ortaklaşabileceğini vurgulayan bir anlatı inşa ediyor. Selimoviç, Soğuk Savaş sonrasındaki olayların vuku bulmasından yıllar önce, olacak olanları neredeyse gerçekleşmeden önce gerçekleşenlerden hareketle yazmıştır denilebilir. Aslında öyküler sırf bu yönüyle hem Ustaşalara hem de Partizanlara karşı bir tutum içinde olan Aliya İzzetbegoviç’in Tarihe Tanıklığım kitabıyla birlikte okunabilir.

Dikkatli okur; içerdiği ayrıntılarla insanlık durumlarını bütün çıplaklığıyla gözler önüne seren Meşa Selimoviç’in öykülerinde aradaki onlarca yıla rağmen Yugoslavya’daki savaşın ipuçlarını yakalayabilir. Elbette yazarın dilinde, Partizanlar o yıllardan itibaren özel bir toplum ve politika anlamı kazanmıştır. Çok farklı kimliklerin birbirine geçiştiği bu bölgenin zengin deneyimine dikkat ve itinayla eğilen, öyküler aynı zamanda Yugoslavya’yı oluşturan sürecin benzersiz bir panoramasıdır. Onun hikâyelerinde anılan ve dillerde dolaşan gruplar Bosna Hersek’te yıllar boyu varlıklarını korumuşlardır. Bunların ülkenin aktüel durumundan ayrılmaz hâle geldiğini Cevad Karahasan’ın kendine has bir tarihsel dönemin ikilemini belirgin kılan Sara ve Serafina’sı ile Miljenko Yergoviç’in anormal şartlardaki normal insanları içeren Saraybosna Marlborosu’nda görmek mümkündür. Bu bakımdan tüm bu anlatılar okunurken “Kan akıyor işte, hepsi bu.” demekle yetinmeyen Yergoviç’in şu ifadeleri daima göz önünde bulundurulmalıdır:

“Savaşlarımızdan hiçbiri tamamlanmamıştır, ne Birinci ne de İkinci Dünya Savaşı. Biz ise devamında, en azından düşüncelerimizde ve rüyalarımızda bu savaşlara devam ederiz, 1914 ve 1941’deki galibiyetler için savaşırız.”

Gözbağı kaldıran isimlerden Salih Behmen Çağdaş Sorunlar ve İslâm kitabında Meşa Selimoviç’in klasikleşmiş romanı Derviş ve Ölüm için iyi bildiği coğrafyadan, Bosna Hersek’ten hareketle kendisi ve okur açısından ancak İslâmcı bir bakış açsıyla anlaşılabilecek bir eleştiri çerçevesi oluşturur. Farklı görüşlere ve yazarın açıklamalarına dikkat kesilerek romanın sorunlarını karakteri Mevlevi dervişi Ahmet Nurettin’in karmaşık dünyasıyla irtibatlı kılmak gibi oldukça zor bir işe girişir. Romanı severek okumasına rağmen değerlendirmesi eleştirel olan Behmen, çıkış yolunu hümanizmde gören Selimoviç’e karşı, iyilik yapma ve erdemli davranışların temelinde yatan inancı öne çıkarır.

Çoğu okuryazar arasında,  savaşa tanıklık eden sıradan eserler olarak bilinen anlatılar, yavaş yavaş reddedemeyeceğimiz bir değer ve anlam kazandı, buna paralel olarak biçimin sınırları da belirginleşmeye başladı. Örnek diyebileceğimiz ürünlerinde, artık sadece tanıklık romanlarının, belgesel kitaplarının, kahramanlıkla ulusalcı anlatıların birleşip bulanık sular gibi aktığı ürünler değil, kendi dünyasını özgün estetik araçlarla anlatan başlı başına önemli eserler var artık.  Bu süreçte, meseleye net konturlar kazandıran, entelektüel arka planıyla her şeyi yeniden canlandırmaya çalışan Cevad Karahasan belli bir yer edinmeyi başarmıştır.

MADEM Kİ GÜNÜN DOĞUŞU KAÇINILMAZ

Saraybosna’yı terk ederken gelecek umudu ve iyimserliğini de yitirdiği düşünülen Cevad Karahasan’ın Gece Meclisi ile Sara ve Serafina kitaplarına trajediden süzülmüş kesif bir karamsarlık sirayet etmiştir. Hiç şüphesiz Semezdin Mehmedinoviç’in Saraybosna Blues “soruşturmasında” da belirttiği üzere trajedinin büyüğü küçüğü olmaz; trajediler vardır bazıları anlatılabilir, diğerleri içinse kalbimiz küçüktür.  Saraybosna’da çekilen eziyetleri ve yaşanan zulmü iliklerine kadar hisseden Karahasan, kadınların ve çocukların katledildiği şiddet, cinnet ve tecavüzün kol gezdiği savaş ortamından tasavvufi geleneğe özgü motiflere başvurarak çıkış imkânı arar. Onun gelecek iyi günlerin beklentisini inşa eden Gece Göğünün Tesellisi: Küllerin Anlattığı romanının ilk cümleleri Bosna’da savaşın yol açtığı yaraların anlatıcının dünyasına nasıl yansıdığını birkaç satırla etkileyici bir şekilde anlatır:

“Öyle günler vardır ki, hiç doğmasalar daha iyidir. Ama mademki doğmaları gerekiyor, mademki her günün doğuşu kaçınılmaz, istenmeyen o günden kaçınmanın bir yolu olmalı, hiç uyanmayarak mesela, ya da başka bir biçimde. Bu mümkün değilse, özgür değildir insan. En azından neyi istemediğine karar veremeyen bir varlığın özgür iradesi yoktur ve hiçbir zaman da olmayacaktır.”

Bir yaşam biçiminden diğerine geçerken ortaya çıkan özgürleşmenin ardından gelen böylesi bir anlatım yöntemi elbette birçok şeyi açıklamasız bırakır fakat yazarın eserlerinin okuyucular arasında büyük ilgi uyandırmasının da gösterdiği üzere anlattıkları yaşadığımız zamanda da geçerlidir.

Bir felaketi diğer bir felaketin takip ettiği Bosna Hersek’te yaşayanların paylaştığı hayatı ve bu hayatın milliyetçilikler çağında nasıl değiştiğini anlamak bakımından geniş bir görüşe ve inceliğe ihtiyaç var. Kimliklerin, dinlerin, devletlerin ve de her şeyin ötesinde, içinde insanların olduğu bu karmaşık durum İvo Andriç’e atfedilen iyimserliğin sınırlarına hapsedilemeyecek ölçüde farklıdır. Konuları dikkate alınırsa, son yıllarda çevrilen eserlerin Türk okurları için neden ayrı bir değer, ayrı bir özellik taşıdığı kolayca anlaşılır. Denemeden romana uzanan kitaplar anlattıklarıyla bir yandan uzak/yakın tarih bakımından önemli olan Bosna Hersek’i, öte yandan 1990’lardaki gelişmeleri tanımaya daha da önemlisi zamanla oluşan asıl hikâyeyi; çatallanmaları kavramaya yardım ederler.