20 Nisan 2024 Cumartesi / 12 Sevval 1445

En güzel öykü, öykücünün yalnızca kendine sakladığıdır

Yunus Develi: Bazı hikayelerimi saklıyorum. İnanıyorum ki bir öykücünün en güzel öyküsü, yalnızca kendisine sakladığı öyküdür. Kim bilir, belki de yazdığı bütün öyküler, o bir tek öyküyü gizlemek içindir…”

MUSTAFA TAHİR14 Aralık 2018 Cuma 07:00 - Güncelleme:
En güzel öykü, öykücünün yalnızca kendine sakladığıdır

Yunus Develi’nin Perde ile başladığı hikayede İkinci Perde’ye gelindi. İnsanın yaradılışıyla başlayan hikayenin İkinci Perde’si Hz. Musa’nın yaşadıklarıyla dönüşüp Hz. Muhammed’e kadar uzanıyor. Anlatıcı, kendisini bu hikâyelerin bir parçası olarak görüyor. Hatta bütünüyle kendi hikâyesi olarak görüyor: “Bu öyküler, benim açımdan tarihin bir döneminde olup bitmiş öyküler değil. Her biri, hayatımda dipdiri durmaktadır; kişisel hikâyemin en önemli parçasıdır.”

Yakınlarda okuyucuyla buluşan İkinci Perde isimli kitabınızın oluşum hikâyesini anlatır mısınız?

Varolmak, bir hikâyesi olmaktır. Bu anlamda her insan, kendi hikâyesiyle gelir bu dünyaya. Hem kendi hikâyesiyle gelir hem de bir hikâyenin içine gelir. Çünkü hikâye, insanın bu dünyadaki macerasından önce başlamıştır. İnsan, kendi hikâyesiyle bu dünyaya geldiğinde, bir ‘Büyük Hikâye’ sürüp gitmektedir. O, belli bir zamanda, belli bir yerde ve belli bir süreliğine bu hikâyeye dâhil olur. Günü geldiğinde de hikâyeden çıkar. Çünkü insanın hikâyesi, varoluşun temel kurgusu gereği burada kalıcı değil, misafir bir hikâyedir. Deyim yerindeyse, bir ara sahnede görünür sonra da kaybolur. Gittiği yerde de kendinden önce başlayan bir hikâye vardır; bu defa da oraya dâhil olur, hikâyesini sürdürür…

Kendini bilmek, hikâyesini bilmektir.

Hz. Âdem’in yaratılışıyla (hatta ondan da öncesine uzanan) başlayan, Hz. Muhammed’le noktalanan bir uzun hikâyenin, ana duraklarına yapılan bir yolculuğun hikâyesidir Perde’yle İkinci Perde. Perde’nin giriş bölümünde de söylendiği gibi ilk hikâye olmadan, ıssız zamanların hikâyesini bilmeden, daha doğrusu hikâyelerin hikâyesini bilmeden olmazdı. Çünkü insan, bu ilk hikâyeyi bilmediğinde bütün bir hayatı, yalnızca kendi hikâyesinden ibaret sanabiliyor. Kendisinden önce başlayan, yine kendisinden sonra da devam edecek olan hikâyeyi görmezden gelebiliyor: Varoluşunu adlandırmakta, anlamlandırmakta sorun yaşıyor. İşte tam da o zaman, yolunun üzerine pusu kuran hikâye avcısının tezgâhına düşüyor. Bu anlamda Perde’yle İkinci Perde, o ‘Büyük Hikâye’nin izini sürme; dolayısıyla insana, hikâyesini yaslayacağı dayanağı işaret etme çabasıdır.

Özellikle Perde’yle İkinci Perde’de kutsal kitapların rivayetiyle bize ulaşan yaşanmışlıkları, kısmen öykü formunda sunuyorsunuz. Buna niçin gerek duydunuz?

Genel anlamdaki din dilimiz nasıl sorunluysa (bu, en azından benim için böyle) kıssaları anlama, anlatma biçimimiz de sorunlu bana kalırsa. Hem dışarıdan, binlerce yıl sonrasından bakıyoruz hem de kullandığımız dil, çok kuru, heyecansız... Oysa bizim, bu hikâyeleri hayatımızın içinde her gün bir şekilde yaşamamız, onlarla iç içe olmamız gerekir. Her sahnenin, tıpkı bir film şeridi gibi gözümüzün önünde sürekli akıp durması gerekir. 

Perde’yle İkinci Perde kıssaları, bağlamından koparmadan, ana hikâyeye dokunmadan, yeni bir dil ve teknikle ana hikâyeyi anlatma denemeleri... Bir yandan okuyucunun öykü beklentisini, heyecanını karşılarken, bir yandan da onu, uzun bir yolculuğa çıkarmaktadır. Bu bir yolculuk olduğuna göre, bu yolculukta pek çok yaşanmışlık olduğuna göre, bunun en güzel anlatım şekli elbette öyküdür.

İkinci Perde’de anlattığınız öyküler, yaşandığı yerlerde (sanki zamanda donmuş gibi) yüzlerce yıl bekliyor. Siz, bir öykücü olarak yaşadığımız zamandan o mekânlara ve tabii o zamanlara gidip yaşananları, gözlemci bakış açısıyla anlatıyorsunuz. Bu öykü yaklaşımıyla ‘mimesisçi öykü’ anlayışına zaman-mekân bağlamında bir itirazınız oluyor. Ne dersiniz?

Sadece gözlemci bakış açısıyla değil; zaman zaman bizzat öykünün içine girerek, onun bir parçası alarak anlatılan bölümler var. Çünkü anlatıcı, kendisini bu hikâyelerin bir parçası olarak görüyor. Hatta bütünüyle kendi hikâyesi olarak görüyor. O nedenle bazen İsmail olarak yaşıyor hikâyeyi, bazen şehrin öte yakasından koşup gelen bir adam olarak. Kitabın temel vurgusu da bu zaten. Anlatıcı, gerçekte kendi yolculuğu üzerinden okuyucuya bir çağrıda bulunuyor. Bu öyküler; okunup geçilecek, yeri geldiğinde anlatılacak hikâyeler değil; bizzat yaşanacak öykülerdir. Bunlar senin (de) hikâyelerindir. Öyleyse aradaki zamanı kaldırıp Büyük Hikâye’nin her bir durağına uğramalı, orada kendine hikâyeler biriktirmelisin!

Bu öyküler, benim açımdan tarihin bir döneminde olup bitmiş öyküler değil. Her biri, hayatımda dipdiri durmaktadır; kişisel hikâyemin en önemli parçasıdır. Her an her birinde yaşadığım kareler vardır. Her hatırladığımda hüzünlendiğim, dönüp dönüp sorular sorduğum sahneler vardır. 

Evet, öyküleri kendi zamanında bekletiyorum çünkü ben (anlatıcı), bir yolcuyum. Bu yolculuğa deyim yerindeyse Büyük Hikâye’nin en başından, ıssız zamanlardan başlamışım. Öyle olunca, her öyküyü kendi zamanında, mekânında yaşayarak yoluma devam ediyorum. Kâbil Hâbil’i öldürdüğünde oradaysam, Nuh tufanının beni bekliyor olması gerekir. Yer ve gök sularını saldığında, sonra sular durulup inkârın resmi ortaya çıktığında, orada olmam gerekir. Bakıp, uzun uzun düşünmem gerekir o tabloya. Ya da İbrahim, Hacer’le İsmail’i bıraktığında, iki parçaya bölünüp bir yanımın Mekke’de, bir yanımın da İbrahim’in yürek yangınını anlayabilmek için, onunla birlikte olması gerekir. O yolculuğu İbrahim’le birlikte yapmam, onunla konuşmam, sorular sormam gerekir…

Öykülerinizde anlatıcı, sıkça araya girip kendi kanaatini, tarafını belli ediyor. Bu anlatma tutumu, Ahmet Mithat Efendi’de öykü kusuru gibi gösterilir. Bu durum, sizce de bir anlatıcı ya da öykü kusuru mudur?

Zaman zaman bu tutumun rahatsız edici örneklerine rastlıyoruz. Yazarın aradan çekilip bizi öyküyle baş başa bırakmasını istediğimiz öyküler oluyor. Ama bunun aksini gösteren örnekler de var tabii. Bu, tamamen bir tercih ve işçilik meselesi bana kalırsa. Yazdığı öykünün işçiliği, estetiği en çok yazarın meselesidir. Tarzını rahatsız edici buluyorsak, okumayız. Kaldı ki kendi tarzını oluşturmuş bir öykücünün, bazı sınırları zorlamasından daha doğal ne olabilir? Elbette edebî türlerin belli özellikleri vardır ama bu özellikler, dokunulmaz alanları göstermez. Yeter ki ‘ben yaptım oldu’ kabilinden bir yaklaşım olmasın.

İkinci Perde, özelinde şunu söyleyebiliriz: Anlatıcının sıkça araya girmesi, zaman zaman kendi kanaatini, tarafını belli etmesi ya da farklı karakterler üzerinden konuşması, kitabın özelliklerden biri. Bu bir kusur değil, tercihtir. Belki de anlatıcı, okuyucuyu hikâyenin içine çekmek için, bile isteye böyle bir tercihte bulunmuştur.

Öykü yazmak sadece bir dil ve sanat işi midir? Yunus Develi neden yazar, ne anlatır?

Keşke öyle olsa da masaya oturup kalemle oynamanın tadını çıkarsak. Salt yazmanın, dil oyunlarının, afili sözler söylemenin keyfini sürsek. Kalemimizden çıkan her sözün, bir tür ‘amel’ olduğu gerçeğini unutsak da hoyratça koştursak atımızı bu sahnede! Ama öyle değil. Müslüman olmak, nasıl hayatın genelinde belli ilkelere uyma zorunluluğu getiriyorsa kalem tutmada da gözetilmesi gereken ilkeler vardır. Mesele yalnızca iyi kurgu, iyi dil, iyi anlatım değildir. Bunların hepsinin bir arada olduğu fakat hiçbir insanî değere karşılık gelmeyen öyküler var. Hiçbir meselesi, derdi, acısı, hüznü, aşkı, sevdâsı olmayan öyküler…  Oysa bizim kalemlerimiz her ne yazarsa yazsın, angajman kurallarına(!) dikkat etmek zorundadır. Rahmetli Ayşe Şasa’nın dediği gibi, her birimiz bu dünyada hikâye biriktiriyoruz. Bir gün yaratıcıya sunacağımız bir hikâye. Herhâlde aklı başında hiç kimse, bütün öykülerin okunacağı o büyük günde, kendisini mahcup edecek bir hikâyeyle çıkmak istemez, yaratıcının karşısına.  

Evet, herkesin bir hikâye biriktirme biçimi var ve ben de hikâyemi yazarak biriktiriyorum. Yazmak, bir hikâye biriktirme biçimidir. Bazen, biriktirdiğim bu hikâyenin kimi parçalarını paylaşıyorum. Bazılarını ise saklıyorum. İnanıyorum ki bir öykücünün en güzel öyküsü, yalnızca kendisine sakladığı öyküdür. Kim bilir, belki de yazdığı bütün öyküler, o bir tek öyküyü gizlemek içindir…