KADİR SARIKAYA
Herkesçe maruf olduğu üzere yedi asır boyunca üç kıtaya hâkim olan ve hükümdarlarının “Zıllullahi fil arzeyn” yani “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” sıfatıyla tavsif edildiği, küçük bir beylikten alemşümul bir imparatorluğa doğru inkişaf etmiş “Devlet-i ebed-i müddet” Osmanoğulları, farklı etnisitelerin bir arada “huzurlu bir şekilde” yaşamak imkanına sahip olduğu (tabii bunun için azınlığın ödemesi gereken bir kelle vergisi, nam-ı diğer cizye şartı vardı) bir imparatorluk olmaktan başka aynı zamanda, bazen ikili, bazen üçlü (Yavuz-Korkud-Ahmed) bazen beşli (İsa-Musa-Mehmed-Süleyman-Mustafa), bazen de kimlerin müdahil olduğu sayıca dahi hesaplanamayan taht mücadelelerine de sahne olmuştur ki bu tıpkı yüzeyi sakin fakat aşağısında ihtişamlı dalgaların helezonlaştığı bir denizi andırır.
Çağatay Uluçay’ın kaleme aldığı Taht Uğrunda Baş Veren Sultanlar, bu durgun gibi gözüken fakat aslında hiç de sakin olmayan alt tabakaları, perdesiz, olduğu gibi yansıtıyor. Yazarın aksettirdiği bu perdenin ne kadar objektif olduğu tartışılabilir. Neticede esere, tarihi hakikatleri ne kadar doğru aktardığı yönünden yaklaşmayacağız. Meşhurdur; Türkler, “tarih yazan bir milletten” ziyade “tarih yapan” bir niteliği haiz olduğundan her tarihi kaynakta farklı bilgilere rastlamak işin meraklılarınca doğaldır ki nicelik bakımından bu denli çok eserin olması, kafaların çokça karışmasına da medar oluyor.
Taht Uğrunda Baş Veren Sultanlar ise, bu son derece girift mevzuyu yalnızca Fatih Sultan Mehmed’in meşhur Kanunname-i Al-i Osman’ından başlatmayıp henüz Osmanlı Beyliği kurulmadan evvel de taht uğruna çok kanların döküldüğünü -İlk Osmanlı padişahı Osman Bey’in bir meclis sırasında öz amcası Dündar Bey’i öldürmesi gibi- dehrin akışı içinde daha da geriye gidildiğinde iktidara sahip olmak için aynı metodu Selçuklular’ın da tatbik ettiğini, bu ‘saltanatı ele geçirme’ mücadelelerinin de yalnızca İslamiyet tabanlı devletlere mahsus olmadığını, Hıristiyan devletlerince de ayrı baş çekmeye ve devlet içinde fitne çıkarmaya meyyal eşhasa uygulandığını açıkça vurguluyor.
İlk baskısı 1961’de, İnkılap Yayınları’nca neşredilen eser, aradan geçen yarım asır gibi, insan ömrü için oldukça uzun sayılabilecek, bir zaman diliminden sonra bu kez de Ötüken Yayınları’nda yeniden hayat buldu. Kitabın; dili itibariyle, ilk basıldığı sene de göz önüne alındığında ağır bir dil ihtiva ettiği zannedilebilir. Fakat eserin müellifi Çağatay Uluçay, buna azami bir dikkat sarf ederek dili olabildiğince anlaşılır tutmuş ve böylece günümüz okuyucusunun da anlayabileceği bir tarzla eseri kaleme almış.
ÖĞRETİLEN İLE GERÇEK TARİH ARASINDAKİ FARK
Tarih ve bilhassa Osmanlı tarihine meraklı olanların, kitabın içeriğindeki, sayıca çok da olmayan, Osmanlıca menşeili kelimeyi su içer gibi okuyacağı aşikarsa da kitabın, tarihe derin bir alaka duyup da ötesine karışmaya pek de hevesli olmayan okuyucuyu zorlamayacak ölçüde bir akıcılığa sahip olduğunu da eklemek lazım.
‘Öğretilen’ tarih ile ‘gerçek’ tarih arasında bazen bir iğne deliği, bazense kasırga gözü kadar fark olduğu izah gerektirmeyecek kadar net. Bu kitapsa okuyucuya, öğretilen tarihten biraz daha fazlasını vaad ediyor. “Osmanlı Hanedanı’nın kutsal kanı asla akıtılmaz, buna binaen de öldürülecek olanlar yalnızca boğularak ortadan kaldırılırlar” bilgisinin bazı padişahlar için geçerli olmadığı, padişahların, en yakınlarının katil emrini verirken bunu hangi duygularla ve ne tür şartlar altında yaptıklarını, ıstılah olarak “siyaseten katil” adıyla literatüre geçmiş bu uygulamanın hangi usullerle uygulandığı ve katil emirlerinin ne derece zorlu badireler sonunda verildiği, padişah analarının, veziriazamların, şeyhülislamların ve dahi Yeniçeri Ocağı’nın bu hal’ ve katil hadiselerinde oynadıkları meşum rolleri, kronolojik bir tarih kitabından ziyade yarı roman sayılabilecek mahiyette vücuda getiriyor.
Böylece hükümdarlığa rakiplerinden yahut hali hazırda tahtta oturan padişahtan çok layık olup da bu emellerine bir türlü ulaşamayanların, gençliklerinin ve menfaatleri uğruna kan dökmekten asla çekinmeyenlerin, her türlü kudrete sahip olduğu halde kan akıtmaktan ısrarla kaçınıp barış siyaseti güdenlerin, iktidarı ele geçirmek hırsıyla yanıp tutuşanların, saltanata müyesser olmaktan korkan ve padişahlıktan uzak kalmak için elinden geleni yapan şehzadelerin hayatlarına, yaşadıklarına, ıstıraplarına ve mücadelelerine yakinen tanık olacaksınız.
Her müellif gibi zaman zaman tarafgirlik hatasına düşse de genel manzaradan bakıldığında tarihe meraklıların meraklarını bir çırpıda gidermekten yana bir çizgi taşımayan bu kitap, okunduktan sonra daha fazla araştırma insiyakı uyandırdığından bu yönden kıymetini bir kat daha artırıyor. “Bizim davamız cihangirlik ve kuru kavga değil, ilayı kelimetullah davasıdır” diyen Devlet-i Âli’nin ilk emanetçisi Osman Bey’den, katledilmeden hemen önce Genç Osman’a “Tanrı’dan dilerim ki devletinin ömrü berbat olup beni ömrümden nice mahrum eyledinse, sen de behrement olmayasın” diyerek beddua eden Şehzade Mehmed’e kadar ve daha fazlasına, hadiseleri kuru ve sınırlı bir bakışla değerlendirmek yerine karartılmış tarihe farklı bir anlayışla fener tutuyor.
Ne olursa olsun, hangi sebebe dayanırsa dayansın; alınan başların, sıkılan gırtlakların, basılan feryatların, akıtılan kanların tek nedeni, “zebercet işlemeli ve sedef kakmalı” tahta oturmak değildir. Bakılması gereken resim, tahtın kendine münhasır cazibesi değil, arkasında dönen desiselerin resmidir. Tarih, üzerinde kazananların hamleler yaptığı bir satranç tahtasıdır. “Taht Uğrunda Baş Veren Sultanlar”, esasında katledenin de katledilenin de kazanmadığını, gerçekte kimin ‘galip’ geldiğini açıkça söylemeden hükmü okuyucuya ve tarihin vicdanına bırakıyor. Sonu gelmez hırsların ve dehre sultan olmak adına katlanılan çilelerin mukadder neticesini, kitabın müellifi Çağatay Ulusoy mükemmelen hülasa ediyor: “Cem, bütün hayatı müddetince yükselmeye, tahta çıkmaya çalıştı. Sonunda yükseldi, fakat taht üstünde değil, tabut üstünde”