DOĞAN IŞIK
Hazret-i Muhammed’in hayatının bir bülbülün gözünden anlatıldığı bir romanla okuyucuyla buluşuyor İskender Pala. Geçen yıl Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat, Edebiyat Ödülü’nü alan Prof. İskender Pala, Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk (2004), Katre-i Matem (2009), Şah ve Sultan (2010), Od – Bir Yunus Romanı (2011), Efsane – Bir Barbaros Romanı (2013) gibi oldukça başarılı ve çok sayıda okuyucunun ilgisini çekmiş romanlarından sonra, yine geçen yıl Hazret-i Muhammed’i Hicret’ten sonra Mekke’deki evinde konuk eden ve İstanbul’a ilk seferi tertip eden Ebû-Eyyûb el-Ensârî’nin hayatını konu alan Mihmandar isimli kitabını yayımladı.
Eserine “Bir Siyer Denemesi” alt başlığını vermiş yazar; biz okuyucular bu isimlendirmenin romancının tevazuundan kaynakladığını kolaylıkla anlıyoruz. Sonundaki hacimli “Kaynaklar” kısmından fark edildiği üzere, hadis, siyer kitaplarından, bu alanda yazılmış klasik temel eserlerle birlikte yakın zamanlarda konunun uzmanları tarafından hazırlanmış çalışmalardan istifade edilmiş. Sık sık sayfa altı notlarında Kur’an-ı Kerim’e, hadis ve siyer kitaplarına atıflar yapılmış; ancak bu usul, esere durağan bir akademik hava katmaktan çok, sürükleyici hikâye anlatımının arasında okuyucunun kafasında kimi zaman oluşabilecek şüpheleri gidermek ve ilgili okuyucuların o konularda daha fazla araştırma yapmalarını sağlayacak nitelikte. Bu bakımdan İskender Pala’nın akademisyenliğiyle romancı kişiliğini her zamanki gibi harmanladığını; yoğun bir çalışmanın sonunda, ortaya kolay okunan, bilgilendirici, bazen eğlendirici, bazen de hüzünlü; okuyanları bunaltmadan eğiten, meraklandırmaya ve daha çok okumaya sevk eden dört başı mamur bir eser meydana çıktığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Roman klasik edebiyatımızda “sebeb-i telif” adı verilen kitabın “Yazılış Sebebi” kısmıyla başlıyor. Burada neden Allah’ın Resûlü, Son Peygamber Hazret-i Muhammed Efendimizin hayatını anlatmaya giriştiğini kendisine has, canlı üslûbuyla aktarıyor yazar:
BİR SİYER DENEMESİ
Güzelliği dillere destan Yusuf’un Mısır’da bir köle pazarında satılacağını duyan ihtiyar, fakir bir ninecik, evinden getirdiği bir ip parçası karşılığında, taliplerinin hazineleri gözden çıkardığı Yusuf’u almaya teşebbüs etmiş. Ancak onun hazinesi de sahip olduğu ipiydi, Yusuf’u alamayacağının da farkındaydı ama gönlünün isteğine karşı duramıyordu: “Bilirim oğul, metaım herkesten aşağıdır amma gönül de Yusuf”u istiyor. Şu bir kelep ip pek değersiz ise de elimden gelenin hepsidir. Bununla Yusuf”u satın alamayacağımı ben de biliyorum. Lakin maksadım odur ki beni de onun talipleri listesine yazsınlar, ‘O da Yusuf’a müşteriydi!’ desinler. Ben müşteri olayım da, belki de alıveririm!”
Bu bölümden sonra kitabımızın her kısmı, yazarın ihtisas konusu olan divan şairlerimizin Hazret-i Peygamber’i öven naatlarından alınmış beyitlerle başlıyor. Nemrut’un ateşine düşmüş, Allah’ın Dostu, Halîlullah İbrahim Peygamber’i minicik kanatlarıyla kurtarmaya çalışan bülbül, İbrahim’le birlikte bir gül bahçesine düşer; güllerine güzelliğinden mest olan bülbülü, “Bülbül!.. Fazla da övünme ki dünyanın en güzel gülü henüz açmadı. Bu gördüklerin onun güzelliğinden yalnızca bir desen, onun kokusundan yalnızca bir esinti!” diye uyarır İbrahim Peygamber. Bunun üzerine, Cenâb-ı Allah’ın “Eğer sen olmasaydın, sen olmasaydın ey Muhammed, kâinatı yaratmazdım!” diye seslendiği, bu dünya bağının en muhteşem gülünün açarken yanında olmak istediğini Halîlullah’a yakarır bülbül. İbrahim Peygamber de o gül açıncaya kadar her seher onu anması ve açacağı çağda da kırk adet şarkı söylemesi şartıyla Allah’a yalvaracağını söyler. İşte Sevgili’sinin hasretini çeken, O’nu bazen kendinden bile kıskanan ve zamanında O’nun etrafında geçirdiği her saniyenin kıymetini bilen bülbülün şarkılarıdır bu kitap.
BÜLBÜL GÜLÜ BEKLERKEN
Bülbül önce İlâhî vahyin kokusunu getiren Âlemlerin Nuru Efendimiz Hz. Muhammed’in geleceği zamanı bekler; O’nun işaretlerini görmenin heyecanını yaşar, duyduğu her müjdede sesi daha bir güzelleşir, şarkıları daha bir coşar. Nihayet ilm-i ledün sultânı, tevhîd ve irfân hazinesi gülünün doğumuna şahit olunca, bülbülün şarkıları edebiyatımızın en çok okunan eseri, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i Vesiletü’n-necât’la karışır; Kâbe tarafından Peygamber Efendimiz’in annesi Âmine’nin odasına dolarak naatlar okuyup, salavat getirerek O’nu selamlayan meleklerle birlikte söyler bülbül: “Merhabâ ey âlî sultân merhabâ / Merhabâ ey kân-ı irfân merhabâ // Merhabâ ey sırr-ı furkân merhabâ / Merhabâ ey derde dermân merhabâ”
Bu günden, 632 senesindeki vefatına kadar bir an olsun gülünün yanından ayrılmamıştır bülbül. Hira Dağı’nda Cebrail Aleyhisselam ilk vahyi getirdiğinde oradadır, Hicret sırasında Hz. Ebû Bekir ile mağaraya saklandıklarında oradadır, İslâmiyet’in gazalarında oradadır ve son olarak Veda Hutbesi’nde gülünün yanındadır… Gülüne şarkılarını söyler, kırk şarkısı hiç bitmesin ister. Bu itibarla romanın her bir bölümü Doğu ve Batı edebiyatlarının muhtelif edebî tarzlarıyla adlandırılmıştır ve İslâmiyet’te yeri olan kişilere adanmıştır.
Romana farklı bir akıcılık katan bülbül, aynı zamanda İslâmiyet’ten önceki Cahiliye Devri’nin âdetlerine de birinci ağızdan ışık tutmaktadır. Saf ve temiz bülbül, gördüklerini yargılamadan nakleder, onun tek isteği şarkılarını söylemektir; bir yandan da şarkıları bitmesin ister. Yazarın ustalık eseri sayılabilecek bu romanı elinize aldığınızdan itibaren bülbülle dost olacaksınız, onun sırdaşı olup şarkılarına eşlik edeceksiniz; okurken sonunu merak etseniz de bülbülün şarkıları hiç bitmesin, güzel sesi âlemde gezinmeye devam etsin isteyeceksiniz.
Bülbülün Kırk Şarkısı
İskender Pala
Kapı Yayınları