“İlhamın getirdiği yetenekle iyi şiir söylemeyi, kalbe dokunmayı, okura kalbini yeniden keşfettirmeyi denedim. Yani şiir söylemeyi sevdim; şiiri hayatıma dahil kılmayı…” diyen bir şair Özcan Ünlü. Yaptığı bütün işleri bir yana şairliğini apayrı bir yere koyan Ünlü, şiir kitaplarına bir yenisini ekledi. Okur Kitaplığı’ndan çıkan Hiç Değilse Bugün, yaşadığımız zamanın acılarına tanıklık ederken geçip gidenin ardından da hüzünle bakıyor. Özcan Ünlü’yle son kitabını bahane edip şiiri konuştuk.
Şair Özcan Ünlü, şiirde bulunduğu noktayı nasıl değerlendiriyor?
İlk başta şu tespiti yapmalıyım: Daima usta şairlere saygı duydum. Aynı çağı paylaştığım, aynı atmosferi soluklandıklarımdan çok şey öğrendim: Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Cahit Zarifoğlu, Erdem Beyazıt, Haydar Ergülen, Gülten Akın, Fazıl Hüsnü Dağlarca vs. Fakat, kendimi bu ustalar kuşağının yakınında bir yerde konumlandırdım. Asla, ‘mükemmel bir şair’ olduğumu söylemedim. İlhamın getirdiği yetenekle iyi şiir söylemeyi, kalbe dokunmayı, okura kalbini yeniden keşfettirmeyi denedim. Yani şiir söylemeyi sevdim; şiiri hayatıma dahil kılmayı…
İlk şiirlerden bugüne elbette çok yol kat ettim. Denedim, olmadı. Ara verdim. Yeniden denedim, olduğuna kanaat getirdiklerimi dergilerde yayınladım. Şiirimi takip eden dostların, samimiyetine inandığım birkaç şair arkadaşın görüşlerini hep önemsedim. Çünkü şiir adına o kadar çok şey söyleniyor, şiir diye o kadar çok şey boca ediliyor ki edebiyatın içine… Kenarda durmayı, kendi türkümü söylemeyi tercih ettim. Şiirimi eleştirenlere ‘eyvallah’ dedim; sevenlere teşekkür ettim ve yoluma baktım.
Edebiyatta 2000’li yıllarda derin bir damar çatlaması yaşandı. Yani şiirin, öykünün, romanın ‘ahlak’ diye bir meselesi olduğunu gördük. Ahlaksızların elinde ne hale geldiğini... İdeolojisi fark etmez; bu kirli ortamda piyasaya sürülen –piyasa kelimesini özellikle kullanıyorum- kitaplar, eser olmaktan çok bir tüketim maddesi gibi okurun gözünün içine sokularak dolaşıma sunuldu. Gerçek şair, yazar ve düşünce adamları kapının dışında tutuldu. Buna rağmen onlar yazmayı, söylemeyi sürdürdüler. Ben de dışarıda kalmayı tercih edenler arasında idim, şükür. O moda geçti. Yani “Arkamda şu yayınevi, şu dağıtımcı, ne yazsam gider” döneminin de sonuna gelindi. Şimdilerde sahih olana yavaş da olsa bir dönüş var. O yüzden ben de perdenin arkasından çıkmaya karar verdim.
80 ve 90 şiirine önemli isimler armağan etmiş dergiler çıkardık, o dergilerde yazdık. Bu isimlerin bir kısmı hâlâ değer üretmeyi, şiir söylemeyi, şair yetiştirmeyi sürdürüyor. Demek ki, yola sahih bir damardan çıkmışız.
Geçmişe özlemin ağır bastığı son kitabınızda zamanın yaşattıklarına kafa tutma da var. Bu bir tür isyan mı?
Eh, yaşlanıyoruz artık… Benim için eski, sadelik, sessizlik, naiflik ve huzur demekti. Eski küçük evimizi, tahta balkonumuzu, baba harçlığının kutsallığını, asmadan üzüm yemenin keyfini hatırlayıp iç geçirmeyen var mıdır? Giderek betona, demire, iletişim araçlarına bulanmış ve neredeyse tüm mahremiyetlerin ortadan kalktığı bir çağda yaşamanın zorluğunu varın siz düşünün. ‘Düşevim’ ve ‘Eskidem’ şiirlerinde eskiye özlem çok ağır biçimde kendini ele verir.
‘Eskidem’ şiiri şöyle başlar: “Eskiden böyle değildi/ Biz eskiden/ Kitabı açar sonra çıkardık yollara/ Dudağımıza yapışan güneş/ Dilimize düşen türkülerle/ Mesela dönüp gelen dostların heyecanıyla/ Tedbirsiz dolaşırdık sokaklarda…”
Kitabın bence modern çağla ‘kafa bulan’ ve ciddi bir çağ eleştirisi olan ‘Zeki Müren de Görecek Sizi’ şiiriyle, içinde bulunduğumuz bu ultra-kaotik, trajik ve çılgın hayat düzeneğinin az biraz fotoğrafını çekmeye çalıştım: Gramofon devrinin çocuğu olarak Youtube’u anlamaya, tek katlı bahçeli evden asansörle göğün neredeyse ilk katına çıktığımız apartman dairesindeki hayatı kavramaya çalışmanın şifresine kafa yordum. Bir yandan da kentin bu karmaşası ve kaosu içinde kendini muhafaza eden ‘Balat’ gibi mekanlara tarih düşmek istedim.
Gazze var hep mısralarınızın, kelimelerinizin yanıbaşında. Şiir, dünyanın acılarını hafifletmeye yetiyor mu?
Her şair çağından sorumludur. Böyle de olmalıdır. Çünkü yapıp ettiklerimiz bir gün karşımıza vicdan ve merhamet sorgusu olarak gelecek. İnanan yani mümin bir edayla hayatı anlamlandırmaya çalışan herkesin böyle bir sorumluluk taşıdığını inanıyorum.
Şiir, hayatın tamamını düzenlemez; bütün kargaşaları ortadan kaldıramaz. Acıları dindiremez. Lakin, hayatın bir ucundan tutar daima. Tutmalıdır.
Gazze’de plajda oynarken İsrail bombardımanında hayatlarını kaybeden dört Filistinli çocuk için gözyaşı dökmeyen insanın vicdanına sesleniyorum:
“Tarifsiz kederler içinde yaşamak
Böyle bir şeydir Filistin’de
Ölmek yitip gitmek hükümsüz
Bir kayıp ilanı gibi hayattan”
Benim özelde Filistin, genelde acı çeken bütün coğrafyalara karşı geliştirdiğim bu sesli çığlık bir yere dayanıyor: Vicdan ve merhamet. Vicdanımız sızlıyor sürekli ancak merhametimizi esirgiyoruz insanlığın yaralı coğrafyalarından. Karınca kararınca, hesabımın hafiflemesi bağlamında yeryüzünün toplam insanlık acılarına yüzümü dönmeyi bilinçli bir tercih olarak dert edindim. Bu derdi de seviyorum.
‘Taş’ çok sık kullandığınız bir kelime. Neden hep bu imgenin etrafında dönüp duruyorsunuz?
Taş imgesi daha farklı bir çağrışımı barındırır şiirlerimde. Tabiattaki bütün eşyalar, nesneler deforme olabilir. Bazıları tamamen yok olabilir veya kendi tabii ortamlarından alındıktan sonra tanınamaz halde değişip dönüşebilir. İnsan da öyle, insanın duyguları… Taşlar bana gücü, kuvveti, değişmezliği, dönüşmezliği, istikrarı hatırlattığı gibi, ‘Tek’in mutlak değişmezliğini de ilham ediyor. O yüzden taşları seviyorum, taşların ilham ettiklerini de…
Hiç Değilse Bugün
Özcan Ünlü
Okur Kitaplığı