16 Temmuz 2025 Çarşamba / 21 Muharrem 1447

Hilmi Ziya Ülken'in öbür yazısı: Yarım Adam

Konuştukça bulanık, müphem ve karanlık bir hal alan mücerret mefhumlar içerisine girmek, kırık bir fenerle çapraşık bir labirentin içinde dolaşmaktan başka neydi?...

F.SENCER ŞAHİN14 Mart 2013 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Hilmi Ziya Ülken'in öbür yazısı: Yarım Adam


F.SENCER ŞAHİN


Benim kuşağım, 80 kuşağı için H.Z. Ülken demek, neredeyse ezbere bildiğimiz iki kitap demektir, maalesef. İlki biraz da akademik öğrenimin zorladığı bir yönelmeyle okuduğumuz Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi ikincisi ise kesinlikle özgür bir seçimle yöneldiğimiz Aşk Ahlakı adlı kitaplarıdır.


Bununla birlikte bu iki kitapta da açıkça görüleceği üzere H.Z.Ülken demek en başta – bazı zamanlar şaşırtıcı ölçüde yanlış anlaşılacak biçimde değişip gelişerek de olsa – sistemli, düzgün bir düşünce sahibi olmak, ciddiyet ve disiplin içinde bulunmak demektir.


İster Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi’nin epeyce didaktik öğreticiliği olsun isterse Aşk Ahlakı’nın aynı didaktik içeriğine rağmen daha bir süzülmüş, açımlayıcı olmaktan çok felsefi yönlendiriciliği anlamında olsun, böyledir. H.Z.Ülken tam anlamıyla düşünen, bir ciddiyete ve disipline sahip olan, hocaların hocası diyebileceğimiz bir büyük hocadır aynı zamanda.


Onu okuyarak öğrendiğimiz bu didaktik düzgünlükten olacak; onun bir biçimde edebiyatçı kimliğine sahip olabileceğini de düşündüren bu iki kitabını okuduktan sonra birden bire karşımıza çıkan, kadim dostu Avni İnsel’le birlikte çevirdikleri M. Mitchell’in Gone With the Wind / Rüzgar Gibi Geçti ile tanıştığımızda ise hayli düşündürücü bir hayal kırıklığına uğramıştık.


HİLMİ ZİYA ÜLKEN’İN ÖBÜR YARISI


Öyle ya, H.Z.Ülken gibi bir hocaların hocası nasıl olur da Amerikan popüler kültürünün en büyük örneklerinden biri sayılması bir yana bizdeki melodram romanını ve onu takip eden sulu sepken melodram sinemasını da besleyen böylesine kötü bir üne sahip bir kitabı nasıl olur da çevirmiş olabilir diye düşünmeden ve şaşırmadan edememiştik.


Hele hele bu çeviriyi Edebiyatımı Geri İstiyorum diyerek eleştiren D.Ceyhun’un başta Gone With the Wind olmak üzere popüler Amerikan romanının Türkiye’ye girişini anlattığı, 40’lı ve 50’li yıllarda yaşanan kültürel deformasyonu okuduktan ve bunlara H.Z.Ülken hakkında daha üst perdeden söylenen gelgitli – ama bir o kadar da muhalif- düşünsel serüvenini de ekleyince ciddi bir mesafe girmişti aramıza.


Gerçi çok sonraları Gone With the Wind’in sinema uyarlaması ile de tanışarak hem romanın sanki de bir gün filme alınmak üzere yazılmış sinematografik başarısına hem de bütün popüler içeriğine rağmen dönemin Amerikan gerçeğini yansıtmaktaki yazınsal başarısına bakarak bu çeviriyi bir nebze olsun kabullenebilmiştik.


Ve yine gerçi epeyce bir süre sonra, ondaki sürekli ve devamlı biçimde düşünebilme yeteneğini ciddi biçimde anladıktan sonra daha sağlıklı ve anlaşılır bir H.Z.Ülken portresi belirmişti hafızalarımızda. Bilimin, disiplinin ve sistematize düşüncenin şekillendirdiği çatık kaşlı, hep düşünceli, içten içe kaygılı ve bir o kadar da ince ve naif bir H.Z.Ülken’di bu…


İşte gerek Posta Yolu ve gerekse Yarım Adam onun hakkındaki düşünme ve tanıma serüvenimizin böylesine bir ‘Meddücezr’ içinde çalkalanıp durduğu bir zamanda çıkmıştı karşımıza. İkisi de Şirketi Mürettibiye Basımevi’nce yayınlanan bu romanlar öyle çok şey söylemişti ki bize…


Her şeyden önce onu okurken çok daha önceleri de düşündüğümüz ve yer yer o didaktik dilinin epeyce arkasına sakladığını hissettiğimiz gizliden gizliye akıcı, serin ve sıcak anlatıcının bambaşka diliyle karşılaşmış olmak anlatılmaz bir katkı olmuştu bizler için.


H.Z.Ülken, demek ki, sadece o gördüğümüz kadarıyla tanıyıp ezberlediğimiz hoca değildi. Gerçekten de Yarım Adam gibi çıkmıştı karşımıza ve öbür yarısıyla da işte bu iki romanı okuyarak tanışmıştık. İlki Posta Yolu’ydu. Kitaptaki künyeye göre 1941’de yayınlanmıştı. H.Z. Ülken’in dediğine göre,  bir nehir roman olmak üzere tasarladığı İnsan Meddücezri adlı serinin de ilkiydi bu kitap. 1935 yılında yazılmış ve yayını ertelenmiş bir kitaptı. Sonradan yine aynı yayınevince yayınlanan Yarım Adam ise 1943’te serinin diğer kitaplarını da haber vererek yayınlanmıştı. H.Z.Ülken’in sıralamasına göre isimleri bile konulmuş haldeki; Bağbozumu, Yarım Adam, Posta Yolu, Kurtlar ve Kuzular, Halil Pertev, Göç, Deli Dumrul ve Yeni Komedya’dan oluşan bir seri söz konusuydu.


KIRIK BİR FENERLE ÇAPRAŞIK BİR LABİRENTTE DOLAŞMAK


İş Bankası Kültür Yayınları’nca geçtiğimiz aylarda yayınlanan Yarım Adam işte bu büyük çoğunluğu yayınlanmamış serinin yayınlanan ikinci ve üçüncü kitabından biri.


Romanın kahramanı yıllarca Batı’da kalmış ve ülkesini hemen hiç tanımayan Mehmet Demir, bilvesile bir miras davası için işgal İstanbul’undan Mudanya’ya yönelen Nilüfer vapuruyla yola çıkmış. Koca saltanatın yerinde yeller esiyor. Harp dönüşü… Bir mahşer…


Mehmet Demir işte böylece Bursa’ya, taşraya ve bir bakıma da kendi aymazlığı içindeki Anadolu’ya varıyor. Mehmet Demir, bu halk karşısında rahatsız, kaygılı ve tiksintilidir. Zira o böylesine bir hali yaşamaktan hoşlanmamakta ve kendi aymazlığı içinde yayılmış haldeki bu halk için bir şeyler yapmak gerektiğine inanmaktadır.


Roman boyunca yoğun biçimde felsefi ve sosyolojik tespitlerde bulunan H.Z.Ülken’in Goethe’den yola çıkarak ‘Faustvari’ bir kahraman gibi anlatmaya çalıştığı Mehmet Demir’in hezeyanlarla yüklü bir ruh hali içinde gazete çıkarmaktan siyasi cemiyetlerle ilişki kurmasına kadar oldukça başarılı bir anlatımla ele alındığını görüyoruz.


Kökeni az çok millici, epeyce halkçı ve salınımlı bir biçimde de sosyalist fikirlerle savrulup duran bir düşünce yığını içindeki Mehmet Demir aynı zamanda H.Z.Ülken’in oldukça etkilendiği Alman Romantizmi’nin Türkiye’ye ve Türkçe’ye uyarlanmış bir örneği gibi çıkıyor karşımıza. Romanın sonuna doğru sosyalist bir arayışa yönelen Mehmet Demir’in zamanın Türk Sosyalistleri için söylediği şu tespit ise hayli ilginç ve düşündürücü bir içerik taşıyor; ‘Konuştukça bulanık, müphem ve karanlık bir hal alan mücerret mefhumlar içerisine girmek, kırık bir fenerle çapraşık bir labirentin içinde dolaşmaktan başka neydi?...’