Niçin hikâye anlatırız? Sadece anlaşılmak için mi? Oysa bir sebebi daha var anlatmanın. O da anlamak için anlatmak. Esasen Dergâh’ın 21. sayısına dek bu ayrımdan haberdar değildim. O sayıda Belkıs İbrahimhakkıoğlu’nun Nazan Bekiroğlu ile röportajı yayınlanmıştı. Kelime kelime hatırlamıyorum. Arada bir yerde “Niçin Semra Özal’ı değil de Kösem Sultan’ı merak ediyorsun?” diye bir soru geçiyordu. Nazan Hanım Semra Özal’la aynı devirde yaşamaları sebebiyle zaten anladığını, bu yüzden Kösem Sultan’ı daha çok merak ettiğini söylüyordu. Bekiroğlu için anlatmak, anlamak için mesai sarfetmekti. Kelimelerle kurduğu atmosferde anlattığı kişileri sınıyor, onları ve yaşadıkları şartları hikâye anlatarak anlamaya çalışıyordu adeta. Nazan Bekiroğlu’nu da farklı kılan buydu zaten. Daha sonra Nun Masalları ismiyle yayınladığı, hikâyeler daha Dergâh’ın sayılarında ilk defa okurlarıyla buluşurken, O’nun dille kurduğu atmosferin, hikâyelerinde yer alan kahramanların ve kurgunun gayesi, tarihi anlatmak değil insan fıtratının belli durumlarda yaşadıklarının ‘iç dünyayı’ merkeze alarak anlaşılmaya çalışılması olduğunu ihsas ettiriyordu. Zaten bu sebeple de Nun Masalları’nda yer alanlar birer ‘tarihi hikâye’ değildi. Çünkü meram tarihte yaşanan bir olayın canlandırılması, hikâyeye aktarılması değildi. İnşa edilen bir kurgu gerçeklik üzerinden hakikate ulaşmak için atılan adımlardı bu hikâyeler. Tıpkı Nazan Bekiroğlu’nun imza attığı pek çok ‘kurgu’ kitap gibi...
TARİHTEKİ İNSAN DEĞİL HİKÂYEDEKİ İNSAN
Tarih Bekiroğlu için geçmişte olanları anlatma aracı olmanın ötesinde insan olmanın gerçeğine ilişkin tecrübî bir çalışma gibi. Nazan Bekiroğlu için tarihi hikâyeden ziyade tarih-hikâye yazdığını söyleyebiliriz. Tarihi bir düzlem, bir bahane ve kurguyu çalıştıran bir makine olarak kullandığını, asıl derdinin tarihteki insan değil hikâyedeki insan olduğunu söylemek mümkün. O kurgusunu tarihin derinliklerine taşırken, çadırını yüzlerce, hatta binlerce yıl öncesine kurarken derdi eski zamanlarda yaşayan insan değil, bütün zamanlarda yaşayan insanı anlatmak. Bekiroğlu’nun asıl amacı değişen onca şeye rağmen değişmeyeni, değişmez olan bir tözü yakalamaya ve anlatmaya çalışmak.
Mısır’ın putperestliğini tek tanrılı bir dinle değiştirmek için uğraşırken adı belgelerden, mühürlerden ve duvarlardan silinen Akheneton, Nazan Bekiroğlu’nun kitabında da ismen değil bir sembol olarak geçer. Tarih kitabı değildir Cam Irmağı Taş Gemi. Ancak sıkı bir tarih okumasının ürünü de olduğu açıktır. Ya okur? O da yazarı kadar tarih bilmek zorunda mıdır? Bu soruya hem evet hem de hayır yanıtını vermek mümkündür. Evet tarih bilmek okuru farklı bir okuma katmanına ulaştırır. Kitabın örüldüğü semboller bütünü tarih bilen okurun elinde bir gül gibi açılıverir. Ancak tarih bilmenin bir önemli dezavantajı da vardır. Kitabın bir hikâye kitabı olduğunu unutma ve aşkı bir kenara bırakıp kıyl u kaal denizinde boğulma tehlikesi.
KISSADAN EDEBİYATA
Nazan Bekiroğlu, Yusuf ile Züleyha ile modern yazarların pek de girişmeye cesaret edemeyeceği bir maceradan yüzünün akıyla çıkar. Zira Yusuf kıssası hem Tevrat’ta hem de Kur’an-ı Kerim’de geçen bir öykü. Kur’an-ı Kerim’de “Ahsenü’1-kısas” (Kıssaların en güzeli) olarak nitelendirilen bu öykü pek çok mesneviye de konu teşkil etmiş. Pek çok sanatçı Yusuf ile Züleyha’nın cazibesine kapılarak onu tekrar tekrar yazmış. Ernest Renan’ın tabiriyle en eski ve en güzel roman. Kısaca doğuda da batıda da bilinen ve sevilen bir öykü. Bu da onu tekrar yazmayı daha da zorlaştırıyor. Zira ‘kötü edebiyata’ yani sıradanlığa düşülmesi çok kolay. Hem kutsal kitapların hem de yüzlerce yıllık edebiyat birikiminin ayrıntıyla işlediği bir öyküyü tekraren biçim ve içerik olarak daha önce yazılanlara hem bağlı kalmak hem de metne kendi imzasını atarak yani edebiyat eserinin taşıması gereken orijinaliteyi kaybetmeden yazmayı başarmak her yazarın içinden çıkabileceği bir zorluk değil.
ZÜLEYHA VE HAVVA
Nazan Bekiroğlu’nun Yusuf ile Züleyha’sının en önemli ayırıcı özelliği ise Züleyha’yı daha önce hiç anlatılmadığı kadar ayrıntılı işlemesi. Yusuf’un Züleyha’nın iftirasıyla hapse düştükten sonra Züleyha’nın yaşadığı nefs muhasebesini anlatmak öyküye bambaşka bir boyut kazandırıyor. Tıpkı La Sonsuzluk Hecesi adlı romanında Adem ve Havva’yı anlatırken Havva’nın şeytanın aklına uyarak Adem’i yoldan çıkardığı iftirasına yer vermeyen bir romanla karşı karşıya olmamız gibi. Zaten “İsrailiyat” yoluyla bize intikal eden bu iddia Kur’an-ı Kerim’de de karşılığı olmadığı halde sanki varmış gibi kabul edilerek yorumlar yapılan mesnedsiz bir durum. Tıpkı Yusuf ile Züleyha’da okuduğumuz Züleyha karakteri kadar olmasa da bu romanda da “Havva” karakterinin özel bir önemi var. Söz La Sonsuzluk Hecesi’nden açılmışken... Evvela iyilik-kötülük, kader-kaza, melek-şeytan, şuur-irade gibi kelimelerin ilk defa Adem ve Havva’nın zihninde birer “kuvve” iken “fiile” geçmesine şahit oluşun romanını okumak elbette her çocuğun “büyürken” yaşadığı ve artık herşeyin geri döndürülmez biçimde değiştiği “olgunlaşma” anlarına daha farklı bir pencereden bakmamıza fırsat veriyor.