20 Nisan 2024 Cumartesi / 12 Sevval 1445

Sokaknâme düzeni

Sokaknâme göstermekte ki Sedat Anar için müzik, Efendimiz’in (sav) hadisinde söylediği gibi bir hayat arkadaşı. Kişi ne için yaratılmış ise o, ona kolaylaştırılıyor ama imtihanı ağır olabiliyor. Sedat Anar da “henüz yolcu”... Sokaknâme, bu dikey yolculuğun bir durağı.

CELAL FEDAİ14 Şubat 2019 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Sokaknâme düzeni

Müzik söz konusu olduğunda dönüp dönüp okuduğum bir kitap var. Sadece müzik de değil, sanatın her dalı için bu kitaptan aldığım bir ölçüye başvururum. Adolf Von Grolman’ın Musiki ve İnsan Ruhu’dur bu küçük kitap, Bir dönem Almanca’dan Türkçeye yapılan çevirilerin değişmez isimlerinden Selahattin Batu çevirmiş, 1965’te basılmış. O yıllarda bu kitabı da basan Remzi Kitabevi’nin enfes bir kültür serisi var. Vaktiyle yayınevleri böyleydi. Küçük bilgi verici kitaplar basarlardı. Ama bu kitaplar sonraki yıllarda çıkan ele aldığı meseleyi hafifletip bırakan cinsten değildi. Aksine meseleyi can alıcı yerinden kavrarlardı. Musiki ve İnsan Ruhu, bunlardan biridir. 

Bu girizgâhıma bakınca andığım kitaptan ya da o türden bir başkasından söz açacağım sanılabilir. Niyetim santurî Sedat Anar’ın Sokaknâme’sindeki sanatçı kişiliği, Grolman’ın ölçüsüne vurarak düşünmek. Grolman, Bach üzerinde dururken sahici bir sanatçı kişiliğin niteliklerini fevkalade ortaya koyuyor. Sanat, bir kişilik meselesi olduğu kadar o bir kişiliğin kendine has bir meselesidir de. Yaşadığımız postmodern popülizm çağında bu kişiliğin yok sayıldığına şahit oluyoruz. Bu bakımdan onun değerlendirmeleri, unutturulmaya çalışılan bir ölçüyü bize yeniden kazandırma gücüne sahip. 

RUHLARIMIZ UNUTUNCA KENDİNİ

Grolman’a göre ahenk ve melodi, ezelden beri insandadır; insan ruhunda yankılanıp gidecektir. İnsan ya melodilerle dolu bir varlıktır ve bu melodiler onun hayatına şekil verecektir ya da tersine yaşadığı zamanın sahne musikisi onu içine alarak evirip çevirecektir. Bach bu yüzden büyüktür. Çünkü onun mukadderatına hakim olan harmoni, bu dünyaya ait melodilerden üstündür. Bir vakit sonra eseri tamamen dünyevilikten çıkmış tamamen ilahîleşmiştir: “Ben bütün bunlarla huzuruna geliyorum.”Bach’tan sonra Batı müziğinde Goethe’nin “Sihirbazın Çırağı”nda anlatılan geri döndürülemez süreç işlemeye başlamıştır. Çırak, büyülü söz söylenince kendi kendine atölyeyi temizleyen süpürgeyi harekete geçirmiştir ama onu durduracak bilgiye sahip olmadan yapmıştır bunu. Bu yüzden de Batı müziği Bach’tan sonra yörüngesini kaybetmiştir.

Ölçü burada... Sanatçı kişiliğin bir kaderi var mı? O kader onu alıp götürüyor mu yoksa yaşanan zamanın gereklerini sanatın gerçekleri sayıp yörüngesini kaybetmiş gök cisimleri gibi savrulup durmakta mı? Yani mukadderatına hakim olan harmoni, zamanın sahne musikisine karşı ne yapmakta? Çünkü sanatçı bilir:

Bulutlar ve gece sönerken gökte

Ruhlarımız unutunca kendini

Söyleyemez teller ne olduğunu

Tanrıların kalbe söylediğini.

Sedat Anar da Hölderlin’in bu dizelerinin ne söylediğini bilecektir. Sokaknâme, onun bunu bilebileceğini gösteriyor. Kitabı bizler yazarının hayatından ayrılmayan müzik yolculuğu olarak okuyoruz. Ama eminim kendisi bunu “Bundan sonra nasıl, nereye?” diye okuyacaktır. Bu nedenle kitap, müzisyen yazarına anlattığı kendinin geride kaldığını söylemektedir bana kalırsa. Halfeti’de, ince esprisi hiç eksik olmayan kendince yoksulluğu içine doğan Sedat Anar, adına “santur” denen ve sanki ona seslenmek için icat edilmiş gibi duran bir çalgının peşinde İran’a kadar gidip döner. Dönmeyebilirdi de ama döner... Ankara’da sokaklarda kendiliğini ararken bir mühim hususu önümüze koyar: Sokak, çokları için zamanın sahne müziğinin duyulduğu, duyurulduğu yerdir. Lakin Sedat Anar, sokakta, o uğultunun, gürültünün içinde mukadderatına hakim olan harmoninin peşindedir. Bununla karnını, ruhunu doyurur. Şimdi onu zamanın müziğinin midelerini inek midesi gibi dört bölmeli hale getirmiş olanları ile bir kıyaslayalım. Bu, ona hakaret olur... Bu nedenle de onu Grolman’ın ölçüsüne vurmak isterim. Bunu da en çok ona göstermek için yapmayı borç bilirim. Çünkü Sokaknâme, artık bitmiştir. Anar, bir çevrimini tamamlamıştır. 

Peki ne anlatıyor Sokaknâme? 

Müziğin insan ruhundaki ilahî yankısını, derim bu soruya. Görünürde biz Sedat Anar’ın otuz yıllık özyaşamöyküsünü okuyoruz. Ve yazarı bunu olduğu gibi, olanca samimiyetiyle anlatıyor. Bir yoksulluğun içine doğuyor, komşu veledinin içine ayağını soktuğu, güç bela alınan alüminyum darbukası, içinden çıkmayan o küçük ayak yüzünden kesiliyor. Curayla başladığı müzik aşkında nikahı santurla kıyılıyor ama aslında tam da türkünün dediği gibi kerpiç kerpiç üstüne binayı kurarken leylasını görüp -şu günlerde Sohrâb Sepehrî’nin özyaşamöyküsünü dilimize kazandıran- Damla Hanım’a âşık oluyor. Öncesiyle sonrasıyla samimiyetini sokakta bulup resmiyette kaybeden bir yaşam öyküsü bu. Şiir, bu öykünün belki müzik kadar mühim bir kahramanı. Sokaknâme, bu yönüyle büyük bir şiir sevgisinin de kitabı. Anar, arayışını şiirle başlatıp sürdürüyor. Müzik ile genişletip derinleştiriyor. Sokak onun için çıkmak istediği meydan. Orada o, hem cinslerini çağıran keklik misali sesleniyor: Gelin ve beni yalnız koymayın ya da gelip de benim gibi esir olmayın. Başka yerde bunu söylemek pek güç bugün.

DERİN KEDERLER     

Anar’ı ilkin rahmetli Muzaffer Özak’ın (k.s.) “Allah Hû Allah” şiirini seslendirirken dinledim. Bu şiiri çoğumuz bir form içinde duymuşuzdur. Anar, onu bambaşka bir hâl ile söylüyordu. Duyduğu belliydi ama neydi... Tamburî Cemil Bey’in, oğlu Mesud’un müziğe fevkalade olduğunu farkettiği günün gecesinde defterine yazdıklarını anmanın sırasıdır. Cemil Bey, oğlunun müziği duyarsa kendisinin bedbaht olacağını duymazsa müziği bedbaht edeceğini yazar defterine. Hem oğlu hem de müzik için üzülen bir baba... Yazımı kale katılıyorum: İyi bir kitabı öldürmekle bir insanı öldürmek arasında fark yoktur.

Bu türden kitapları baştan sona okumak veya başladıktan sonra bitirmek gerekmez diye düşünürüm. Yazar da bu görüşte, her hangi bir yerinden başlayabilirsiniz diyor, demesine de, kitaba başladıktan sonra anlıyoruz Báez’in bir çeşit meydan okuduğunu. Zaten sunuştan sonra diğer kısımlara ilgisiz kalamıyorsunuz. Anlatım iyi ve öykücüklerle meraklandırıcı hâle getirilmiş. Çeviri de iyi. Yazarın tarafsızlığını, olayları anlatırken her hangi bir dünyanın adamı olmadığını hissetmemiz de güzel.

Sırplar tarafından kasıtlı olarak yangın bombalarıyla vurulan ve içinde bulunan 100 bini aşkın elyazması ve bir buçuk milyon kitapla birlikte yakılıp yıkılan Saraybosna Milli Kütüphanesinin yıkıntıları arasında dolaşırken Fernando Báez’e bir kadın şair şöyle demiştir: “Yakılan her kitap cehenneme pasaporttur.” Bu hükmün doğru olup olmadığına, Kitap Kıyımının Evrensel Tarihi’ni okuyun da siz karar verin.