16 Nisan 2024 Salı / 8 Sevval 1445

Yazarın milleti dilidir

Ne yaptıysa ve yapacaksa bunu Türkçeyi kuşanarak göğüsleyeceğini söyleyen ödüllü romancı Elvan Kaya Aksarı, şimdilerde çağdaş bir trajedi için masa başına geçiyor.

BETÜL İBİŞ5 Kasım 2019 Salı 07:00 - Güncelleme:
Yazarın milleti dilidir

Everest Yayınları’nın her yıl düzenlediği “İlk Roman Yarışması” birincisi bu sene At Sancısı dosyasıyla Elvan Kaya Aksarı oldu. 1990 Alaca doğumlu Aksarı, İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Bir dönem romanı olan At Sancısı için Aksarı öyle derinlikli bir araştırma yapmış ki şu an neredeyse bir at kütüphanesine sahip. 

İlk roman için iddialı ve başarılı bir çıkış oldu. Siyasi ve sosyolojik unsurların yer aldığı bir eser kurgulama sebebiniz bu iddiayı oluşturabilmek miydi, yoksa bu temanın sizin dünyanızda özel bir anlamı mı var?

Teşekkür ederim. Romanımı yazarken herhangi bir kamplaşmanın tarafı olmak niyetinde değildim, nitekim bugün de aynı görüşteyim. Atlar ve dolayısıyla faytonlar hepimizin hayatına öyle ya da böyle dokunmuştur. Gelgelelim bunların ilericilik umdesiyle hayatımızdan silinmesi, bir esnaf grubunun kaderine terk edilmesi bizim için herhangi bir mesele teşkil etmemiştir. Ben o bağlamda sadece atlara değil, toplumun dönüşen zihin atlasına da değinmek istedim.

At Sancısı bir dönemi yansıtması açısından özel bir araştırma yapmanız zorunluluğu oluşturmuştur. Ne tür kaynaklar taradınız, döneme şahit olan canlı tanıklarla görüşme isteğiniz oldu mu?

Romanı sağlam bir zemine oturtmak önemliydi. Elbette bütün olay ve konuşmalar kurguydu, fakat tarihte yaşamış ve karşılığı olan karakterlerin yanına, romanın taşıyıcısı konumundaki isimleri ekledim. Roman, hacimce ince görünse de sırf onun için at ve faytonlarla alakalı bir kitaplığa sahip oldum desem yeridir, ayrıca dönemin şartlarını, beğenilerini ve gündelik yaşantısını da okuyucuyu sıkmadan verebilmek için birçok kaynağı tetkik ettim diyebilirim. Bu bakımdan yazar, romanını inşa ederken bir bakıma da kendini inşa ediyor denilebilir.

Roman karakterleri oldukça iddialı, sanki hikâye daha fazla uzarmış ve her birinden farklı özgün öykülere şahit olurmuşuz gibi duruyor. Ana karakter Süleyman dışında da çok çarpıcı karakterlere rastladım. Turşu Baba, Fenerbahçeli Nedim, Nazım ya da zayiçe meraklısı Yakup’u nasıl keşfettiniz? Sizin romandaki favori karakteriniz kim?

Bazı roman karakterlerini hayat sunar, bazılarını ise siz hayatla irtibatlandırırsınız. Bazı karakterlerin romana iştirak edeceğinden romanı yazmaya koyulduğunuzda bile haberiniz yoktur. Sahneye girmesi gerekiyorsa onu yazar bile durduramaz. Bütün karakterlerle az çok bir bağınız oluşuyor ama birini seçeceksem Turşu Baba’nın karanfilli çayı eşliğinde kahve tevatürü yapmak isterdim.  

Siyasi olayları ustalıkla yerleştirmişsiniz. Yakın tarih ilginiz ailenizin ya da yakın çevrenizin yaşanmışlıklarından mı eslenilerek kurguya eklendi, yoksa sizin özel ilgi alanınız mı? Neden 1958’in sonunu seçtiniz?

Tanpınar günlüklerinde, “Türkiye beni yedin!” der. Metin Eloğlu ise “Burası önce Türkiye, sonra Pompei’nin son günleri” diye bir mısra yazar. Türkiye’de her eylem siyasidir. 1958, Türkiye’de mekanik taşımacılığın son hızla ilerlediği, otomobiller için bugünkü E-5 kara yolunun inşa edildiği, Menderes iktidarının zirvede olduğu bir yıldır. Atların ve süvarilerin anılarda kaldığı bir yıldır ’58. 

Vesile dışında diyaloguna tanıklık ettiğimiz bir kadın karakter fark edemedim. Konunun eril olduğunu düşünmenizle mi ilişkili olarak kadın karakterleri fazla konuşturmadınız?

Esasen benim böyle bir seçimim mevzubahis değil. Keza Birce Hanım’ın da Barış Bey ile entelektüel sohbetlerine tanık oluyoruz. Hatta o “eril” dünyada Barış’a ilk bayrak açanlardan biri de Birce oluyor. Gelgelelim ben romanın doğal akışını her şeyden üstte tutmaya ve okuyucuya suni bir tat vermemeye çalıştım. Bu yüzden devrin erkek egemen dünyasında daha fazla kadın sese yer vermek, zorlama bir girişim olurdu. 

Atlara özel bir ilginiz var mı, kurgu zenginliği, metaforik anlam ve sıra dışı bir tema ihtiyacıyla mı atları işlediniz ve eserin ismini At Sancısı olarak belirlediniz? 

Romana başladığımda romanın ismine karar vermemiştim. Eserin ismi her bakımdan konuyu tamamlayıcı nitelikte. Atlar; eşek ve katırlardan farklı olarak sancırlar ve daha duygusal varlıklardır. Madalyonun diğer yüzünde ise atların artık bir sancı kaynağı olduğunu görürüz. At son zamanlarda yeniden popülerlik kazanan bir konu. Sadece bende değil, bütün insanlarda atlara karşı müspet bir hissiyat gelişti. Sanırım araçlarımız bir gün ses hızına da ulaşsa biz uzaktan uzağa bir atın yelesine tutunma ihtiyacı hissedeceğiz.  

Sizi derinden etkileyen yazar ya da yazarlar oldu mu? Neden yazma ihtiyacı hissettiniz? 

Sanırım bu konuda birkaç yazar ve şairi zikredebilirim. Ben bir eserde ilk önce dili ve üslubu önemsiyorum, bundan mütevellit İkinci Yeni Şiiri sevmem tuhaf karşılanmaz diye düşünüyorum. Elbette çok kıymetli şairlerimiz var ama ben ipin bir ucunu Yunus Emre’ye diğer ucunu ise Metin Eloğlu’na verirdim. İkisi de ozanlıklarının yanı sıra bir dil-yapıcı da sayılabilirler. Tanpınar nesirde bir kutup yıldızıdır. İlyada’dan Gılgamış’a müşterek insanlık mirası diyebileceğimiz destanlar da beni beslemiştir. Ayrıca sık sık lügat okumaya çalışırım. Yazmanın durdurulabilir bir hâl olduğunu düşünmüyorum, yeter ki yazdıklarımız yazılmaya değer olsun. 

Dönem romanı formatıyla sizi tanıdık. Bundan sonraki eserleriniz de içerik ve üslup açısından aynı çizgide mi olacak, yoksa bize metropol ya da taşra hikâyeleri anlatacak mısınız?

Geleceği şu anda kestirmek çok güç. Dediğim gibi, önce aklımdaki uzun öyküyü kaleme almak istiyorum ki o bir dönem anlatısı değil, çağdaş bir trajedi olacak ve üstat Gogol’e bir selam çakılacak. Yine de bir yanım hep mısralarda. Bu uzun kış gecelerini istediğim gibi değerlendirebilirsem seneye hem nesir, hem de nazım türünde eser vermek niyetindeyim. Öyle görünüyor ki, büyük kent sergüzeştlerine devam edeceğiz.

Yazarlık serüveninizin kurgusunu nasıl planlıyorsunuz?

Yazarın ya da şairin milleti dilidir. Ben ne yaptıysam ya da yapacaksam bunu Türkçeyi kuşanarak göğüslüyorum. Dağlarca, “Türkçem benim ses bayrağım” diyordu, bir kalem sahibinin de en büyük temennisi o bayrağı en güzel şekilde, lekelemeden taşımak olacaktır.