18 Nisan 2024 Perşembe / 10 Sevval 1445

Zihni aydın bir âşık

Nuri Pakdil, bugün 85 yaşında zihni ve yüzü aydınlık, inancına ve sevdiğine âşık bir yazı ve dava adamı olarak yaşamaktadır. Hakikati büyük bir coşkuyla, sabırla ve dirençle haykırmayı sürdürüyor. İnancına “mütemadiyen” sâdıktır ve mütemadiyen naif bir âşıktır.

TURAN KARATAŞ9 Mayıs 2019 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Zihni aydın bir âşık

Cins kafalar vardır, engin ufuklar; ülkü adamları, ilkesi, inanışı, hedefi olan dava erleri; bir fikre, inanca baş koyanlar, hayat adayanlar. Her toplumda, her çağda görünürler, ama sıklıkla değil. Yirmi yılda, elli yılda bir gelirler, bazen asrı bulur dünyayı teşrifleri. Sayıları azdır. Lâkin boy verdikleri cemiyetin, coğrafyanın düşünür ve duyuşuna yeni yollar açarlar. Kalp atışlarına, bakışlara ayar verirler. Hakkın ve hakikatin fişeğini, küf bağlamış alışkanlıkların, kötürüm yaşamaların ortasına ortasına atarlar. Âdemoğullarına, “mütemadiyen” insan olmaklığın özgörevlerini yani asli vazifelerini hatırlatır dururlar. Hakkı ve hakikati unutmuş kişioğluna dağ sularından, ay yankısından, toprak filizinden bir muştu getirirler. İnançlarının aydınlığını düşürürler ışığa arkasını dönmüş yüzlere.

‘YAZI PAKDİL’İN KADERİDİR’

Nuri Pakdil’in, heybesi aydınlık dolu uç beylerinden biri, sorumluluk anıtı bir insan olduğu, eserlerine göz atanlarca hemen fark edilir. Bağlanma’yı okuduğumda kaleminin kudretine hayran olmuştum. Bu kıymette düşünce ve sanat adamları için, hayatlarına, eserlerine, mücadelelerine ve aşklarına dair çeşit çeşit kitaplar yazılabilir, yazılmalıdır. Akademik, sanatsal, halk işi, gençlere göre ilh… Mustafa Aydoğan’ın, yakın zamanda yayımlanan kitabı İnancın Parıltısı Nuri Pakdil (Cümle Y.), genel okuyucu hedeflenerek yazılmış, kolayca okunan ve anlaşılan bir kitap. Pakdil’i çeşitli cepheleriyle tanıtmaya çalışan bir çeşit portre denebilir. Yazar, Pakdil’in eserlerinden, kendi birikiminden, küçük hatıralarından bir “Pakdil imgesi” oluşturmaya çalışmış. Kendisinin de belirttiği gibi, elbette şahsî ve eksik. Yapılan işin doğasında vardır bu noksanlık ve öznellik. Yirmi altı başlık altında tekmil edilmiş portre, sonunda öz öz bir hayat kronolojisi. Her kısmın başına okuru kışkırtacak kelimeler, tabirler, ifade kalıpları başlık olarak seçilip konmuş. Bunların her biri, Pakdil’in yaşamasında, yazmasında, mücadelesinde mühim yer tutan; onu, eylemini ve eserini imleyen kavramlardır: “Sezai Karakoç, yazma savaşı, Edebiyat dergisi, insanı savunmak, yemek, yürümek, Ankara, Kudüs, Cuma Sokağı, Zümrüt Palas Oteli, sükût suretinde, aşkın ilkeleri, mütemadiyen…” Pakdil’in ailesi, doğduğu şehir, çocukluğu, tahsil yılları, karakteri, yazı hayatı, yazma biçimi, dergisi, yaşama şiarı, eserlerinin varoluş biçimi, çevresi, inancı, mücadelesi, dile/edebiyata/estetiğe verdiği değer ve daha başkaca hususlar bu kısımlarda söze karılmaktadır.

“Yazı Pakdil’in kaderidir aslında.” diyor M. Aydoğan. Biat yazarı için en önemli varoluş biçimi olan “yazmak eylemi”, Mehmet Nurettin Pakdil, çok doğal bir insanlık hâli olarak üniversite yıllarında gönül düşürdüğü, sevdiği, âşık olduğu, Maraş’a götürüp ailesiyle tanıştırdığı, mektuplarında “kalbe hançer gibi giren” bir sevgili yurduna koyduğu Işık Kösebay’la ya da askerlik yolculuğunda tiren odasında görür görmez güzelliğine meftun olduğu ve nişanlandığı N. Hanım’la evlenmiş olsaydı, bu uğraş ne biçimde süregiderdi yahut bu kader nereye evrilirdi? Mektuplarını okurken de aklıma düşmüştü bu sual. Ya da tersinden soralım; “Pakdil’in hayatına sadece duygusal taraflarıyla damgalarını vurmuş iki aşk” yaşanmamış olsaydı, Bağlanma müellifi, yazıya bu denli yani tutku derecesinde bağlanır mıydı? “Edebiyat kulesi” inşa edilebilir miydi?  İhtiyatla diyebilirim ki, yazmak uğraşı bir tarafıyla, maddi planda başlayıp aşkın bir katmana evrilen “aşk”ın, Pakdil’in iç dünyasında açık bıraktığı derin yaraları sağaltma uğraşıdır. Nereden çıkarıyorum bunu? Pakdil’in 23 Nisan 1997’de yani gençlik vuruluşundan kırk yıl sonra Işık Hanıma yazdığı mektuptan şu kadarcığını paylaşayım: “ ‘Yüzünü görseydim, ellerini tutsaydım’ diye bir türkü radyoda. Saat 24.00’e geliyor. Ben bu türküyü dinlerken sen mutlaka mışıl mışıl, tatlı tatlı uyuyorsundur. Uyanıksan bir şey sorayım mı? Saçların gene topuz mu? Hep topuz yapardın gibi geliyor bana. Yanlış mı? /…/ ÖZLEM. Tanrı’ya emanet ediyorum SENİ.”

SÜKÛTUNU ANLAMAYIP SÛRETİNE TAKILDIK

“Pakdil, mektuplarının yayımlanmasıyla birlikte, gökten, ‘insanların mesafesine’ indi.” tespiti mühim. Çünkü o güne kadar (2014) Pakdil, âdeta erişilmez/ulaşılmaz, sırlı fildişi kulesinde beşerî olandan uzakta bir efsane kahramanıydı. Aramıza karışmasına sevindik. Ama ne oldu, mesafemize inen bu güzel insanı, her yere götürmenin ve herkese göstermenin telaşıyla sanki farklı bir mecraya sürükleyiverdik, fuarlarda kitap imzalayan bir figüre dönüştürdük! Yazıya emanet ettiği manalı sükûtunu anlamayıp sûretine takıldık. 

Kitaptaki bir iki bilginin tashihe yahut teyide ihtiyacı var.  Diriliş dergisinin ilk döneminde yani 1960’ta çıkan iki sayısında, yazı ailesi içinde görünse de, Nuri Pakdil’in yazısı yok. İkinci dönemde (Mart 1966-Mart1967) çıkan 12 sayının sadece birinde imzası görülür. Sezai Karakoç, Yeni İstiklal gazetesinin kurucuları arasında değildir. Işık Sarıbay’ın Türk Dili dergisinde sadece bir şiiri var, o da Kasım 1952’de çıkan 14. sayıda. Bir gençlik deneyişi olan “Hülya” başlıklı manzume, Pakdil’le karşılaşmadan, tanışmadan üç dört sene evvel çıkmış dergide. Belki o yıllarda (1955-58) başka dergilerdedir şiirleri.

Nuri Pakdil, bugün seksen beş yaşında zihni ve yüzü aydınlık, inancına ve sevdiğine âşık bir yazı ve dava adamı olarak yaşamaktadır. Hakikati büyük bir coşkuyla, sabırla ve dirençle haykırmayı sürdürüyor. İnancına “mütemadiyen” sâdıktır ve mütemadiyen naif bir âşıktır. Gençler, sadece imza günlerinde birlikte poz vererek değil, eserlerini okuyarak da bu “çelik adamı” tanımalıdır.