4 Aralık 2024 Çarşamba / 3 CemaziyelAhir 1446

Sermaye ehlileşmiş sanatçı istiyor

Yönetmen Kutluğ Ataman’ın geçen hafta gazetemize verdiği röportaj sanat dünyasında büyük yankı uyandırdı. Ataman’ın ‘Beyaz Türklerin’ sanat kurumları üzerindeki hegemonyasını eleştiren açıklamalarına bazı meslektaşları da destek verdi. Ataman’a yönelik saldırılara tepki gösteren güncel sanatçı Tayfun Serttaş’a göre ‘papyonlu patronlar’ ehlileştirilmiş sanatçı istiyor, ancak, alışılagelmiş bu ilişkilerin ‘ekseni’ kaymak zorunda.

Gülcan Tezcan/İstanbul21 Ağustos 2013 Çarşamba 07:00 - Güncelleme:
Sermaye ehlileşmiş sanatçı istiyor
Kutluğ Ataman'ın Gezi sürecine ilişkin anlattığı bütün o saldırılara tanık olduğunuzu söylediniz. Bu kadar özgürlükçü olduğunu iddia edenler neden Ataman'ın yaşadıklarını iddiadan ibaret gördüler sizce?
Daha fazlasına da tanığım, çünkü Gezi Direnişi süresince en sık görüştüğüm sanatçı arkadaşlarımdan birisi Kutluğ Ataman’dı ve direnişin ilk gününden itibaren gecesini gündüzüne katarak sürecin taraflar arasında müzakere yoluyla çözülmesi adına nasıl çaba sarfettiğini iyi biliyorum. Ancak bu gibi krizlerde, geçmişten gelen bazı problemleri gündeme taşımak suretiyle yeni hesaplaşmalara girmek bir Türkiye klasiğidir. Anayasa reformuna “evet” demeniz bile, senelerdir her türlü olayda kesintisiz olarak hakarete maruz kalmanız için yeterli olabiliyor. Sonuçta Kutluğ’un söylediklerinde anlaşılmayacak bir şey yok, biz bu eleştirileri kendi aramızda da veriyorduk. Kutluğ sözünü sakınmayan ve Gezi Direnişi’nden çok öncesinde de, malum bazı çevreleri açıkça eleştirmiş, Türkiye’nin demokratikleşmesi adına yoğun mesai sarfetmiş bir sanatçı, şimdi aynı çevreler avantajlı pozisyonun kendilerine geçtiğini düşünüyorlar. Diğer yandan sanatçılar strateji uzmanları değildir, bugün sanatçının eline kalan son önemli alan özgürlüğü. Sanat kurumları, küratörler ya da galeriler belli stratejiler üretmekle - sürdürmekle - yükümlüdür elbet. Ancak bir sanatçı sözünü söylemekten sakındığı, eleştirelliğini kaybettiği an, asıl risk başlamış demektir. Bugün Kutluğ Ataman’a dayatılan tavır, belli sermaye çevreleri etrafında klan usulü toplanan, birbirinin ezberini tekrarlayan ehlileştirilmiş sanatçı tipini oynaması, o da bu rolü oynamayı reddediyor ve marjinal bir kriz üretiliyor. O yüzden tartışmaların ilk gününden itibaren asıl mesele otosansür dedik. Bunun yerine, bazı kesimler sözleşmişcesine, söylediği her şeyi manipüle etme yolunu seçti.

Ne yönde manipüle edildiğini düşünüyorsunuz?
Örneğin Kutluğ röportajında Ergenekon ve sanat ilişkisi konusunda şöyle bir detayın altını çiziyor; “böyle bir aidiyet hissini taşıyan, genelde benim yaş üstüm bir jenerasyon var.” Kendisi 1961 doğumlu olduğuna göre, bu kuşak sanatçıların kimler olduğu ortada, ki onlar zaten Ergenekon Davası süresince kendilerini hiç saklamadılar. Kutluğ da açıkça; “aidiyet kendi yaş ve üstümdedir” diyor. Hemen ertesinde birileri çıkıp sanki “Gezi Direnişi eşittir Ergenekon” demiş gibi bir hava yaratmaya çalışıyor ve haliyle genç kuşaklar bunları üzerine alıyor, alınıyorlar. Halbuki röportajın hiçbir bölümünde, Gezi Direnişi’nde yer alan gençlere yönelik Ergenekon üzerinden bir itham ya da yakıştırma söz konusu değil, ilgisi yok. Kutluğ'un orada kasdettiği kesim, geçmişte yaptığı eserleri bizzat devlete şikayet eden (örneğin; Küba'ya "bölücü örgüt propagandası, terörist"), davalar yoluyla onu engellemeye çalışan, AK partiyi destekleyen açıklamalarını derhal engellemeye çalışan, artık emekli olması gereken çevrelerdir. Kim çıkıp bu çevreler konusunda hemfikir olmadığımızı savunabilir?

Asıl sermaye sanatı rant odaklı görüyor

Ataman'ın finansörüyle yaşadığı durum ve serginin iptali, sanat-sermaye ilişkisi açısından çok konuşulmadı. Mesele sadece bir sanatçıya özel bir kurumun ödenek ayırmaması değil sanırım...
Öncelikle bu ödeneğin hangi amaçla ayrıldığını iyi anlamak gerekiyor. O ödenek gerçekten Kutluğ Ataman için mi ayrılıyor, yoksa kurumun kendi prestiji ve sürekliliği için mi? Bugün hâlâ Türkiye’de mülkiyeti kamuda olan bir sanat mirası yok. Kamunun ziyaretine açılan özel müzelerdeki eserler, müze sahiplerinin diğer yatırımlarından, garajdaki arabalarından farksız, şahsi birer eşya gibi işlev görüyor... Siz bilet alıp ya da kapıda para ödeyerek, girip o “yatırım nesnesini” ziyaret ediyorsunuz. En kamusal sanat arşivlerinden birisi sayılan Santral koleksiyonunun dahi geçtiğimiz aylarda müzayedeler yoluyla nasıl dağıldığını gördük ve yine elimizden bir şey gelmedi… Çünkü burada asıl problem, özel sektörün rant odaklı yaklaşımından kaynaklanıyor, sanatçılardan değil, sanatçıların bu sistemden edindikleri gelirden hiç değil. Kutluğ özelinde baktığımızda, üstelik Türkiye onun major marketi bile değil. Bu açıdan salt ekonomik çıkarları için Koç’u karşısına aldı diyenlere acı bir tebessümle gülümseyebiliyorum ancak. Bu insanlar ya gerçekten sanat dünyasında işlerin nasıl yürüdüğünü hiç bilmiyorlar ya da kendi pozisyonlarını tarifliyorlar. Kimin, kimden ekonomik çıkarı? Şayet bugün bir sanat yapıtı satıldığında ondan ekonomik çıkar elde eden bir merci varsa, o ancak kolektörler olabilir.
Paralarına para katan kendileridir bu eserleri alarak. Biz bunu zaten biliyoruz. Bugün hiçbir sanatçıya - geçiyorum Kutluğ Ataman gibi para ve kariyere en son ihtiyacı olacak bir ismi - benim jenerasyonumdan sanatçılara dahi paranın gücüyle iş yaptırmanız artık imkânsız denecek kadar zor. Burada Kutluğ Ataman’a dayatılan mantık, hala 1980’lerde Nişantaşı galerilerinden kolunun altına bir tablo alıp çıkan purolu koleksiyonerin, sanatçıya karşı matah bir pozisyon edindiğine dair ikiyüzlü mantık ki, o lümpen anlayış eskilerde kaldı. Hâlâ sanat çevrelerinden bile bazı isimler konuyu “paraya, kariyere vs” getirebiliyorsa, kendilerine ciddi bir tuzağa düştüklerini hatırlatmak isterim.

Sanatta eksen kaymasını tartışmalıyız

Sanat piyasasında beyaz Türk hegemonyasından rahatsızlık duyanlar olsa da bunu dillendirme cesareti gösteren çok az. Neden sanat üzerindeki sermaye baskısı konuşulmuyor?
1990’lı yılların başına kadar, Ankara’nın doğusunda dünyaya gelmiş birisinin Türkiye’de sanat yapabileceği dahi düşünülemezdi. Popüler sanatlar ayrı, belki o alanlarda çok daha önceleri çözüldü bu problemler ancak plastik sanatlar, opera, klasik müzik, tiyatro, dans gibi disiplinler daima belli çevrelerin güdümünde oldu. Güncel sanat alanında Vasif Kortun gibi istisnaların o yıllarda başlayan takdire şayan çabaları olmasa, bugün bizler hâlâ, sanat yapıtı olarak “ne üretiyor olabilirdik?” diye listelemeyeceğim. Ancak bugün güncel sanat alanının görece daha özgür lanse edilmesi, bizleri yanıltmamalı. Kutluğ Ataman örneğinde görüyoruz ki, bu bitmeyen bir mücadele olacak... Bu bağlamda çıkışı, hiç hafife alınmaması gereken bir gösterge. Bu aynı zamanda Türkiye sanat ve kültür hayatında ciddi bir eksen kaymasına işaret ediyor. Kutluğ Ataman batı odaklı bir kuruma karşı çıkarak esasen dümeni Türkiye ve Ortadoğu’ya doğru kırdı, yersiz konular yerine oturup bu yeni dönemi tartışmalıyız. Meseleyi tarihsel, sosyal ve entelektüel düzeyde tartışmalıyız. Kutluğ Ataman’ın Türkiye’ye ihtiyacı yok ama Türkiye’nin onun duruşuna ve tüm bu tartışmalara ihtiyacı var.

Kurumlar kendilerini sanatçıların patronu gibi görüyor

Ataman'a düşüncelerinden dolayı karşı yürütülen yalnızlaştırma ve itibarsızlaşma operasyonuna karşılık Fazıl Say ve Memet Ali Alabora sözkonusu olduğunda tam tersi bir sahiplenme yaşanıyor. Bu çelişkili tavır alışı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bugün Mısır’da da insanlar ölüyor ve görüyoruz ki, kendisini hak savunuculuğu üzerinden tanımlayan birçok sivil toplum örgütü sessiz kalmayı tercih ediyor. Geçtiğimiz üç ay içerisinde Türkiye’de herkes karşısına birilerini aldı, Fazıl Say ve Mehmet Ali Alabora hükümeti aldı, Kutluğ Ataman ülkenin en büyük sermayelerinden birisini karşısına aldı. Sonuç olarak, “hangi söylemi savunuyor olursa olsun, sanatçıları belli güç dengeleri altında ezdirmeyiz” gibi bir ortak deklarasyon çıkmadı bu deneyimden.
Destek bir yana, köşe yazarları adeta ellerine peçete üzerine tükenmez kalemle yazılıp tutuşturulmuş düzeysizlikte çözümlemelerle Kutluğ Ataman’ı itibarsızlaştırma girişiminde sıra kapmaca oynamaya başladılar. O noktada ben de blogumdaki yazıyı yetiştirme gereği duydum, çünkü kimseden bir ses çıkacak gibi değildi. Fazıl Say’ın en ateşli savunucuları, konu Kutluğ Ataman’a geldiğinde bayram ediyorlardı. Bu da aslında tamı tamına Kutluğ’nun röportajında anlatmaya çalıştığı Türkiye’deki yerleşik seçkinci profili betimliyor. Beyaz Türk faşizmi dediğimiz şey tam olarak böyle bir şey, sürekli olarak kendisine ağlayan ve karşı tarafın acısına bakmaya dahi tenezzül etmeyen bir “ahlaki” nosyon.

Sanat çevresi içerisinden gelen tepkileri nasıl buluyorsunuz? Güncel sanat ortamı bu konuda sessiz kalmayı yeğledi sanırım.
Sanatçılar kendi aralarında kavga ederler, fakat bir sanatçı böylesine major bir aktörü karşısına aldığında ve tek kişilik bir mücadeleye girdiğinde, o noktada diğer sanatçıların görevi kurumun avukatlığını yapmak değildir. Bizler öncelikle birbirlerimizin haklarını savunmakla yükümlüyüz. Kutluğ Ataman’ın özellikle ARTER ile iş yapmış bazı sanatçılar tarafından sosyal medyada maruz kaldığı seviyesiz eleştiriler, bu ülkede neden sanatçıların bir arada duramayacağını göstermesi açısından son derece vahim bir örnek. Anlıyoruz ki, artık aramızdaki ilişkileri bile kurumlarla olan mesafemiz belirliyor. Kimse çıkıp şu soruyu sormuyor; Kutluğ Ataman onların malı mı, maaşlı bir çalışanı mı ki, telefon edip fikirlerini nasıl ifade edeceğini dikte edebilecek hakkı kendilerinde görebiliyorlar? Kurumlar, kolektörler bu ülkede hâlâ kendilerini sanatçının velinimeti olarak görüyorlar. “Art patron” demek, sanat patronu demek değildir. Koç koleksiyonunda benim de bir arşiv projem var, aramızdaki bu ilişki benim kendilerini eleştirme hakkımın önüne geçmemeli, zira ARTER kurum eleştirisi veren bir sergi ile açmıştı kapılarını hatırlarsanız. Bugün Kutluğ Ataman’ı eleştirmek üzerinden çok cesurca bir şey yaptığını sanan arkadaşlar, en büyük zararı kendi geleceklerine verdiklerinin bilincinde bile değiller. Hayat boyu bir acı kahvesini içmekten başka çıkarım olamayacak Kutluğ’dan, çok daha fazlasını sunmuştur bana Koç grubu, ben de buradan şükranlarımı sunarım kendilerine. Fakat şu noktada meslektaşımın yanında durmayı, güruhun içinde tempo tutmaktan daha hakkaniyetli buluyorum. Her cümlenin sonunda “hukuki hakların saklı tutulduğunu” belirten tehdit mektupları döşemek yerine, bu ülkenin uluslararası saygınlığa sahip en önemli sanatçılarından birisiyle şeffaflıkla müzakere etmeleri, biz genç sanatçıları da özgürleştirecektir. Ben kendilerinden bunu beklerdim. Bugün sanata hizmet etmek, biraz da sanatçının fikri özgürlüğünü savunmaktan geçiyor, üç ayda bir sergi koyup kaldırmaktan değil.

Bundan sonraki süreçte Ataman ve sizin gibi sanatçılar için sanat üretimi nasıl işleyecek bu ülkede?

Türkiye’de birçok şey tesis edildi ancak güven tesis edilemedi, sanatçılar bir yana, kimsenin geleceğini görmesine izin verilmedi bu ülkede. Beş sene sonramızı hiçbir zaman bilemedik... Çünkü daima bu ülkenin tapusunu elinde tuttuğunu iddia eden birileri oldu, gerektiğinde sizi kovdu. Bugün de Gezi Direnişi gibi toplumsal hareketlerin tapusunu elinde tuttuğunu iddia eden, bizzat sizden çıkmış değerleri, sizle paylaşmadan mülkiyetine geçirmeye çalışanlar var, oradan birilerini kovanlar var. Buyursun kovsunlar…

Henüz 31 yaşındayım ve aynaya baktığımda göz bebeklerimde gördüğüm ifade koca bir yorgunluk. Düşünüyorum da, ben herkese verdiğim sözleri tutmuşum, ama bu sistem bana verdiği sözlerin hiç birisini tutmamış. Ne bu devletten, ne hükümetten, ne böylesi bir muhalefetten, ne de bu tip bir özel sektörden beklentim yok. Olması da düşünülemez şu şartlarda… Bugün sansür yalnızca fiili olarak işlemiyor, sizi iş yapamaz hale getirmekte susturmanın bir diğer biçimi ve kurumlar gerektiğinde bu gücü sanatçılar üzerinde deniyor. Böyle bir ortamda işimiz mucizelere kalıyor.