16 Nisan 2024 Salı / 8 Sevval 1445

“Sultan’a ait olduğunu düşündüğünüz kemiklere dokunarak çalışmak çok etkileyiciydi”

Geçtiğimiz günlerde Erzurum'un Pasinler ilçesinde yer alan tarihi bir kümbetteki kazıda bulunan ve üzerinde 'Sultan Alaaddin' yazısı olan sandukadaki mezarın, Selçuklu Sultanı 2. Alaaddin Keykubat'a ait olma ihtimalinin yüksek olduğu bildirildi. Konuya ilişkin star.com.tr'ye açıklamalarda bulunan kazının bilimsel danışmanı Selçuklu sanat tarihçisi Dr. Muhammet Arslan, 'Nihayetinde bir Sultan’ın cenazesinin olduğunu düşündüğünüz bir yerdesiniz ve o Sultan’ın kemiklerine dokunarak çalıştığınızın farkındasınız. Çok etkileyiciydi' dedi.

Mehmet Hakan Kekeç19 Ağustos 2019 Pazartesi 07:00 - Güncelleme:
“Sultan’a ait olduğunu düşündüğünüz kemiklere dokunarak çalışmak çok etkileyiciydi”

Geçen günlerde “Erzurum Pasinler’de bir kümbet kalıntısında Selçuklu Sultanı II. Alaaddin Keykubat’a ait kemikler bulundu” şeklinde haberlere rastlamışsınızdır. Buluş büyük ses getirdi ve anaakım medyanın ilgisini çekti. Kesin sonucu DNA testi söyleyecek olsa da kazının bilimsel danışmanı Selçuklu tarihçisi Dr.Muhammet Arslan’a göre “Kümbette Sultan ve ailesinin yattığına dair önemli ipuçları var.” Çalışmalarını Kafkas Üniversitesi’nde sürdüren ve kazı boyunca arkeologlarla birlikte sahada bulunan Muhammet Arslan hocamız ile hem kazı sürecini, hem de Sultanı II. Alaaddin Keykubat ve annesi Gürcü Hatun’un hikâyeleri üzerinden Anadolu’nun en zor dönemini; 1243 Kösedağ Savaşı sonrası Türkiye Selçuklularını konuştuk.

 

Hocam öncelikle çalışmalarınız ve keşfiniz için sizi ve şahsınızda emeği geçen herkesi tebrik ediyorum. Erzurum’un Pasinler ilçesinde Türkiye Selçuklularından kalma Sultan II. Alaaddin Keykubat’a ait olduğunu düşündüğünüz lahitin (sanduka) yer aldığı bir kümbet ve beraberinde kimi mezarlar keşfettiniz. Öncelikle bu keşif nasıl oldu, hikâyesi nedir, çünkü defineciler buldu gibi ifadeler geçiyor kimi yerde?

 

İlk öncelikle teşekkür ediyorum. Evet, -sizleri tenzih ederim- maalesef bazı basın-yayın organlarının işgüzârlığı nedeniyle “sanki defineciler burayı tesadüfen bulmuş ve biz bunun üzerine kazı çalışması başlatmışız” gibi yanlış bir algı oluştu. Açıkçası bu duruma üzüldük. Çünkü yıllarca süren ve sürecek olan emeklerimizin görülmemesine, Ağustos sıcağında kazı alanında çalışan ekibimize, işçilerimize haksızlık oldu. Olayın hikâyesine gelince; Doktora tezim Türkiye Selçuklularının dini yapıları üzerineydi ve okumalarımın ana referanslarını çağdaş kaynaklar oluşturmaktaydı. Ortaçağ dünyasının, hele de Türkiye Selçuklularının önemli vakanüvislerinden olan İbn-i Bibi’yi okurken Sultan II. Alaaddin Keykubat’ın Erzurum’da vefat ettiğini öğrendim. Sanırım Erzurumlu oluşum nedeniyle bu bilgi zihnimde ayrı bir yer edindi. Doktora tez konumun bağlamından kopmamak için, tez sonrasında detaylı araştırmak üzere bunu bir kenara not ettim. Doktoramın tamamlanmasından sonra konuyu yeniden gündemime alarak, acaba dönemin diğer çağdaş kaynakları bu olayı nasıl anlatıyor diye onları taramaya ve okumaya başladım. Aynı bilgiyi onlarda da buldum. Hatta Niğdeli Kadı Ahmet’in “Gürcü Hatun öldüğünde Erzurum’a oğlunun yanına defnedildi” şeklinde verdiği bilgi beni daha da heyecanlandırdı.

Peki, arama süreci nasıl gerçekleşti? Çağdaş kaynaklardan “Selçuklu Sultanı II. Alaaddin Keykubat’ın mezarı Erzurum’da” öğrendiniz, sonra?

 

Erzurum çevresindeki Ortaçağ kümbetlerini yeniden araştırmaya başladım ve köy halkı tarafından “Sultan Alaaddin Türbesi” olarak adlandırılan bu kümbet kalıntısına ulaştım. Köylülerin bu şekilde tanımlaması basit bir olay değil. Ta öteden beri, dedelerden torunlara kadar ulaşan bir tanımlama bu. Bu tanımlama kendime bazı sorular sormama neden oldu. Buraya neden “Alaaddin Bey, Emir Alaaddin ya da Şeyh Alaaddin Türbesi” dememişler de “Sultan Alaaddin Türbesi” demişler? Çünkü “Sultan” sıfatı bambaşka bir şey; iktidarı ve gücü temsil ediyor. Durduk yere bir yapı kalıntısını “Sultan” adıyla anmamaları gerektiğini, bunun altında muhakkak oldukça eski bir hatıranın olabileceğini düşünerek bu kümbetin ilmi yayınlarda nasıl tarif edildiğini araştırmaya koyuldum. İbrahim Hakkı Konyalı’nın 1960’larda kaleme aldığı “Abideleri ve Kitabeleri İle Erzurum Tarihi” adlı kitabında bu yapı anlatılmış.

 

İbrahim Hakkı Konyalı ne diyor kümbet için, kitabeden bir çıkarış yapmış olsa gerek?

 

Kümbet ta o dönemlerden beri kalıntı halinde. Evet, İbrahim Hakkı Konyalı, o dönem yüzeyde bulduğu sandukanın üzerindeki kitabeyi de okumaya çalışmış. Oldukça tahrip olduğundan bir kısmını okuyabilmiş, ancak farklı bir şekilde yorumlamış. Bunun bir Bey ya da Emir’e ait olabileceğini düşünmüş. Hâlbuki sanduka üzerinde yazan “Galip Sultan” şeklindeki bir ifade, bunun bir Bey ya da Emir’i nitelendirmediği, doğrudan “Sultan” olan birisini nitelendirdiği gayet açık. Burada şunu da düşünmek gerek; Sultan olmayan birinin kitabelerde “Sultan” olarak nitelendirilmesi savaş nedeni olsa gerek! Konyalı ayrıca, “Galip Sultan” ifadesinden sonra gelen “Alaaddin”i ise maalesef isim olarak tanımlamış. Halbuki “Alaaddin”, isim değil sıfattır ve bunu Ortaçağ Anadolusunda kimlerin kullandığı da açıktır.

 

“Alaaddin isim değil sıfattır” ne demek, nasıl kullanılıyor biraz açar mısınız?

 

Selçuklu devrinin tüm kitabelerinden çok iyi biliriz ki, “dinin yücesi” anlamına gelen “Alaaddin” sıfatını “Keykubad” adlı sultanlar kullanmıştır. Örneğin dinin koruyucusu, yardımcısı, yayıcısı anlamlarındaki “Gıyaseddin” sıfatını Keyhüsrevler, dinin izzeti manasındaki “İzzeddin” sıfatını Keykavuslar, dinin doğrusu, direği anlamlarındaki “Rükneddin” sıfatını da Kılıçarslan adındaki Sultanlar kullanmıştır. Nihayetinde İbrahim Hakkı Konyalı, sonrasında da bu kişinin ta Yavuz Sultan Selim zamanına kadar emaret şeklinde yaşayan bir Bey’e ait olabileceğini iddia ederek konuyu kapatmış.    

Kümbetin kalıntıları bulunduktan sonra nasıl bir yol izlediniz?

 

Çağdaş kaynakların Sultan II. Alaaddin Keykubat ve annesi Gürcü Hatun’un Erzurum’da öldüğünü ve buraya defnedildiklerinden bahsetmesi, köy halkının burayı “Sultan Alaaddin Türbesi” olarak adlandırması, İbrahim Hakkı Konyalı’nın yanlış yorumladığı, ancak bize yol gösterici bir kitabe okuması ve kazı öncesinde kümbet kalıntısının Selçuklu mimarisini hatırlatan bir form izlenimi vermesi gibi bilimsel nedenlerden dolayı, burasının Sultan ve annesine ait olabileceğini düşünerek derhal Erzurum Müze Müdürü Arkeolog Hüsnü Genç’e ulaştım. Tabi heyecanlıydım, o ses tonuyla düşündüklerimi anlattım ve burada bir kazı yapmamız gerektiğini söyledim. Tevafuk oldu; Müze Müdürü de “Hocam, biz de zaten burada bir temizlik çalışması yapmayı düşünüyorduk” diye cevap verdi. Bunun üzerine aynı zamanda üyesi de olduğum Erzurum Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’ndan önce yapının tescilini sağladık, sonra aynı kuruldan onay alarak Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nden kazı izni aldık.

 

Şimdi bir parantez soru; sürekli duyduğumuz bu “kümbet” nedir, çok duyuyoruz ama neden inşa edilir, Türk mimarisinde yeri nedir ve ne zamana kadar görülüyor, bundan konuşalım.

 

Türbe ve Kümbet: İslâm mezar anıtları mimarisinde aslında işlevi aynı, fakat adlandırması farklı olan iki terim. Türbe, cenazenin doğrudan toprağa gömülerek üzerine gövdenin yapıldığı mimari formdur. Kümbet ise en altta “crypta” olarak da adlandırılan cenazelik katının olduğu yapılardır. Cenaze ya açık bir şekilde ya da mumyalanarak gömülür ve üzerine tavan yapılır. Bu tavan aynı zamanda gövdenin de tabanını oluşturur. Gövde ve üst örtüyle de sonlanır. Kümbetler genellikle içten kubbe, dıştan piramidal bir külahla son bulur. Kümbet mimarisi aslında Ortaçağ mimari formudur, Türbe ise daha sonrası için kullanılmıştır hep.  

 

Çıkan haberlerde de “kitabeden” bahsediliyor hep. Bundan biraz bahseder misiniz? Sultan II. Alaaddin kesin ait olduğunu gösteriyor diyebilir miyiz?

 

Az önce de söylediğim gibi; İbrahim Hakkı Konyalı 1960’larda bu kitabeyi yüzeyde görmüş ve okumaya çalışmış. Onun gördüğü dönemde sanduka daha sağlammış, ama yine de yazıların yer yer okunamadığından dert yanıyor Konyalı. Şimdi ise yazılar daha kötü durumda ve maalesef bir kısmı da kırık. Konyalı, “galip Sultan Alaaddin” şeklinde okumuş, ancak farklı bir yorumlamaya giderek bunun bir Bey’e ait olabileceğini düşünmüş. Bu sanduka, basın-yayın organlarında çıkan bazı haberler ile maalesef bağlamından koparılarak hemen II. Alaaddin Keykubat’a mal edildi. Evet, sanduka kitabesindeki “Galip Sultan Alaaddin” ifadesi bizim için çok önemli bir ipucu. Ama kesin olarak Sultan’a aittir dememiz için daha erken.

Bir “Sultan” ifadesi var sonuçta kitabede. Başka kim olabilir?

 

Sultan’a ait bir sanduka olabileceği gibi, kim bilir belki de Sultan Alaaddin’in annesini nitelendirecekti. Kim bilir belki de kız kardeşini niteleyecekti. Çünkü biz Sultan’ın Aynü’l-hayat adındaki kız kardeşinin de Erzurum’da öldüğünü biliyoruz. Bu sanduka her kime ait olursa olsun, Sultan Alaaddin’i nitelendirmesi nedeniyle biz bilimsel olarak hem Sultan’ı hem de annesini burada aramak zorundayız. Bu keşif için bu ifade yeterlidir… Kitabeyi tam olarak okuyabilmek için çalışmalarımız devam ediyor; zor da olsa başka Hocalarımızın da yardımlarıyla okuyabileceğimize inanıyorum.

 

II. Alaaddin Keykubat ile ilgili bir “zehirlenme” iddiası da var. Sanırım kesin sonucu verecek testlerde bu da ortaya çıkacak?

 

Test aşaması sadece DNA testinden ibaret değil. Çağdaş kaynakların bazısı Sultan’ın zehirlendiğini iddia ediyor. Biz de aynı düşünceye sahibiz. DNA testi dışında toksikolojik testler de yaptıracağız. Biliyorsunuz test işlemlerine başlamadan önce yapılması gereken idari işlemler var; bu işlemler tamamlanır tamamlanmaz test aşamalarına geçmeyi planlamaktayız.   

 

Belki de bu buluşlar arttıkça tarihi yeniden yazmak gerekecek?

 

Tarihi yeniden yazmak! Tarih, Arkeoloji ve Sanat Tarihi ilmine emek veren nice Hocamız varken, biz haddimizi bilelim diyorum. Biz haddimizi bilelim ki, 50-100 yıl sonra bizden sonra gelenler karar versin buna. Kim bilir, bilmediğimiz daha ne kadar çok şey var? Selçuklu Sultanlarına ait kümbet olarak iki yer bilinir: Konya ve Sivas. Erzurum, üçüncü merkez olacak. Sultan’ın zehirlenerek mi yoksa normal bir ölümle mi vefat ettiğini ortaya koyacağız. Ve Gürcü Hatun… Sadece biz değil, Gürcistan’dan bile heyecanlı tepkiler artık. Bu keşfin sonucunu onlar da bekliyorlar.

 

II. Alaaddin Keykubad, Türkiye Selçuklularının en parlak dönemini yaşatan I. Alaaddin Keykubad ile karışıyor. II. Keykubad’ın hikâyesini anlatabilir misiniz biraz? Nasıl öldü, az önce bahsettiniz, Gürcistan’da da heyecanlı tepkilere neden oldu dediniz: Annesi Gürcü Hatun ile beraber mi ölmüştü ve neden Erzurum’a gömüldü?

 

Kazı çalışmalarımız esnasında başka sandukalar da ortaya çıkardık. Mesela, iki tane çocuk sandukası bulduk. Hatta çocuk kafatası da ele geçirdik. Örneğin, baş ve ayakucunda kandil ve şamdan motifleriyle süslenmiş 2 m. boyunda başka bir taş sanduka daha tespit ettik. Hiçbir buluntu veya bilgi tek başına yeterli değil; bunların hepsi bir arada değerlendirilebilecek buluntular. İddiamızdaki bilimsel ilerleme böyle olacak. Biz burasının Sultan II. Alaaddin Keykubat, annesi Gürcü Hatun ve kız kardeşi Aynü’l-hayat’ın da aralarında bulunduğu bir kümbet olduğunu düşünüyoruz. Biliyorsunuz, Türkiye Selçukluları en parlak dönemini I. Alaaddin Keykubat döneminde yaşadı. Devlet, bu dönemde Orta Doğu’nun en güçlü devleti konumundaydı ve Sultan I. Alaaddin Keykubat, “dünyanın Sultan”ı olarak anılıyordu. I. Alaaddin Keykubat ölmeden önce, oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev’i, Bagratlı Kraliçesi Rusudan’ın kızı Tamara ile nişanlamıştı. Tabi bunlar siyasi evlilikler. Babası ölünce tahta geçen II. Keyhüsrev derhal Tamara’yı Anadolu’ya getirtmiş, Kayseri’de görkemli bir törenle evlenmiştir. Tamara, bundan sonra Anadolu’da “Gürcü Hatun” olarak anılacaktır.

 

Gürcü Hatun çok önemli bir karakter Türkiye Selçuklularında, öyle değil mi? Üzerinde durmak gerekir. Hem de biraz dönemi anlatmış olursunuz, 13.yy ikinci yarısındayız, buyurun hocam…

 

Kesinlikle! Sultan olması hasebiyle herkes II. Alaaddin Keykubat’a odaklandı ama esasında Gürcü Hatun daha önemli ve etken bir karakter. Hem Sultan karısı hem de Sultan annesi. Osmanlı’da Hürrem Sultan ne ise, Selçuklu’da Gürcü Hatun aynı etkiye sahiptir. Bence Türkiye Selçuklularının yıkılmasına sebep olan önemli nedenlerden biri… Sultan Keyhüsrev’in tam manasıyla kendini adadığı bir aşk. Sultan kendisini Gürcü Hatun’a öyle kaptırmıştı ki, sikkelerde ısrarla onun resmedilmesini isteyecek kadar da cüretkârdı. Bu teklifi Türk devlet geleneklerine aykırı bulunduğu için devlet erkânı tarafından kısmen reddedilecek; bu ısrar yumuşatılarak Sultan’ı sembolize eden bir aslan ve Gürcü Hatun’u temsil eden bir güneş tasviri ile basılacaktı artık sikkeler. Hatta Sultan’ın inşâ ettirdiği Burdur’daki İncir Han’ın taçkapısında bile aslan-güneş birlikteliğini görürüz.

 

Gürcü Hatun aynı zamanda Mevlana’nın da müridesi olarak karşımıza çıkar. O’nun sevgi ve hoşgörüsünden o kadar etkilenmiş olacak ki, Konya dışına çıktığı vakitler ondan uzakta kalmamak için Mevlana’nın resmini yaptırmış ve sürekli yanında taşımıştır. Hatta Konya’daki Mevlana Türbesi’ndeki herkesin bildiği o yeşil kubbenin Gürcü Hatun’un maddi yardımları ile yapıldığını da biliyoruz. 

 

Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev, Gürcü Hatun’la evlenmeden önce iki evlilik daha yapmıştı. Bu evliliklerinden II. İzzeddin Keykavus ve IV. Kılıçarslan dünyaya gelmişti. Gürcü Hatun’dan ise II. Alaaddin Keykubat doğmuştu. Keyhüsrev, Gürcü Hatun’a olan aşkı ve bağlılığından dolayı ondan olan oğlu II. Alaaddin Keykubat’ı veliaht ilan etmişti. Ancak Sultan Keyhüsrev’in ölümünden sonra devlet ileri gelenleri geleneğe uyarak en büyük abileri olan II. İzzeddin Keykavus’u Sultan ilan ettiler. Biliyorsunuz o dönem hazin bir dönem. Kösedağ bozgunu yaşanmış ve Selçuklu Devleti Moğolların baskısı altına çoktan girmişti. Ortanca kardeş olan IV. Kılıçarslan ise abisine vekâleten Moğol Hanı’nın huzuruna çıkmış ve yarlık alarak kendisini Sultan ilan etmişti. Babası tarafından veliaht tayin edilen II. Alaaddin Keykubat ise hak iddiasını devam ettiriyordu. Dönemin önemli devlet adamlarından biri olan Celaleddin Karatay, Devlet’in bölünme tehlikesine karşın üç kardeşi aynı anda tahta çıkarmış ve böylece Türkiye Selçukluları tarihinde “üç kardeş dönemi” başlamıştır. Hatta bundan sonra sikkeler ve yapı kitabelerinde üç kardeşin de adının yazdığı görülür.

Zehirlenme iddialarına da neden olan Sultan II. Alaaddin Keykubat’ın ölümü nasıl gerçekleşti peki hocam?

 

En büyük abi II. İzzeddin Keykavus, Moğol Hanı’nın düzenlediği kurultaya katılmak için yola çıkar ve Sivas’a vardığında Celaleddin Karatay’ın ölüm haberini alınca Konya’ya geri dönmek zorunda kalır. Moğol Hanı’na da bir mektup göndererek durumu bildirir ve kendi yerine aynı zamanda Sultan olan kardeşi II. Alaaddin Keykubat’ı göndereceğini belirtir. II. Alaaddin Keykubat, Seyfeddin Torumtay ve Lala Bedreddin Muslih gibi devlet adamlarıyla birlikte yola koyulur ve Erzurum’a kadar gelir. Erzurum’da dinlenmeye çekilir. Bunun gecesinde kendisi için bir ziyafete katılır ve uykuya geçer. Biz, kümbet kalıntısının yaklaşık 200 m. kuzeyinde bir han kalıntısı da tespit ettik. Hatta köylüler buraya “han yeri” derlermiş. Tahminimize göre Sultan’ın konaklaması ve ziyafet bu han’da yapılır. O gecenin sabahında Sultan burada ölü bulunur. Hem çağdaş hem de güncel tarihçiler bu ölümle ilgili çeşitli iddialar ortaya atarlar. Bazıları normal ölüm olarak değerlendirirken, bazıları da “Sultan’ın Moğolistan’dan yarlık alıp döneceği korkusuyla” zehirlendiğini düşünürler. Hatta bunun için de Lala Bedreddin Muslih’in görevlendirdiğini iddia ederler. Örneğin, İbn-i Bibi normal ölüm olarak görür. Tahminimizce zehirlendiğini ima edemez; çünkü o dönem babası Saray’da memur (tercüman). Babası ve kendisinin geleceğinden korkmuştur belki…

 

Sultan II. Alaaddin Keykubat’ın ölüm tarihi kaynaklarda 1254 yılı olarak verilir. Annesi Gürcü Hatun’un ölümü ise daha sonra olmalı. Çünkü, Gürcü Hatun kocası Keyhüsrev’i kaybettikten sonra Süleyman Pervâne ile evlenir. Niğdeli Kadı Ahmed’in anlatımlarından anladığımız kadarıyla oğlundan sonra vefat eder ve Erzurum’a oğlunun yanına defnedilir. Muhtemelen oğlunun yanına gömülmek için vasiyette bulunmuştur. Bir de kümbetin bulunduğu Pasin Ovası’nın Gürcü Hatun için önemli bir coğrafya olduğunu düşünüyorum. Nitekim, Anneannesi ve ismini aldığı Bagratlı’ların en güçlü kraliçesi olan Tamara da 1048 yılındaki Pasinler Savaşı’nda buradaydı.          

 

Medyada yer bulmayan, çalışmalar sırasında yaşadığınız bir hikâye olur, ilmi bir detay olarak, neler söyleyebilirsiniz?

 

Kazı çalışmalarımızı oldukça keyifli geçirdik. Hele de ekip arkadaşlığımız mükemmeldi. Çünkü, inanıyorduk! Bu vesile ile Erzurum Müze Müdürümüz Arkeolog Sayın Hüsnü Genç başta olmak üzere, özellikle de oldukça özverili bir şekilde emek veren Erzurum Müze Müdürlüğü’nün Uzman Sanat Tarihçilerinden Özlem Timur ve Nurgül Akbaba kardeşlerime, bir kez de sizlerin aracılığıyla yürekten teşekkür etmek istiyorum. Ayrıca Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü’nden Arş. Gör. Muhammet Burak Gökler ve Doktora öğrencisi Muhammed Emin Doğan’ı da ayrıca zikretmek gerek. İlmi bir detay değil de, belki biraz hissiyat olarak etkilendiğimizi söylemek gerek. Nihayetinde bir Sultan’ın cenazesinin olduğunu düşündüğünüz bir yerdesiniz ve o Sultan’ın kemiklerine dokunarak çalıştığınızın farkındasınız. Çok etkileyiciydi!

Son olarak... Bu çalışmalar artacak mı? Selçuklular biraz Osmanlının yanında tabiri caizse öksüz gibidir ama ilgi de artıyor denebilir, öyle değil mi?

 

Evet, maalesef sizin de dediğiniz gibi Selçuklu, Osmanlı’nın yanında biraz öksüz gibidir. Halbuki, birbirini tamamlayan iki Devletten bahsediyoruz. Cihan İmparatorluğu’na giden yolun ilk basamağıdır Selçuklu. Selçuklu tarihi ve Selçuklu mimarisinin Osmanlı’ya nazaran daha az yazılmasına rağmen bu alanda çalışan Hocalarımızın da hakkını ödemek gerek diye düşünüyorum. Nihayetinde bizler, bizden önce yazılan ve çizilenleri referans alıyoruz. Dediğiniz gibi, hem bu alanda çalışan akademisyen sayısında artış var hem de toplumun genelinde ilgi yoğunluğu başladı. Sanırım bu ilginin artışında tarihi dizilerin önemli bir rolü var.