SELMA SANCI, ‘ESPAS’TA, BİR ZAMANLAR MEDYANIN MERKEZİ OLAN ÜNLÜ SEMTİ YAZDI
UZUN yıllar, sayısız kitabı okuyucuya ulaştıran yayın faaliyetlerinin her kademesinde yer alan, öyküleriyle de tanıdığımız Selma Sancı, ilk romanı ‘Espas’ta, bilenlerine Cağaloğlu’nun, kendisinin de tanık olduğu, tipodan ofsete geçildiği dönemlerde geçen bir hikaye anlatmış. Sancı, bağımsız hikayeler ile ördüğü romanda bir öykü arasına bir ‘Espas’ koyarken, 12 Eylül’le demokrasiye konulan espasa ve darbeye uzanan süreçte siyasi mücadele veren genç Cağaloğlu çalışanlarını da anlatısının merkezine yerleştirmiş.
-Cağaloğlu’nun artık anılarda kalan yılları nasıldı?
Bir kere değişen teknolojiden önce kitap üretiminin her aşaması farklı işyerlerinde bu semtte yapılırdı. Basılı tabakalar oradan oraya dolaşır, kapaklar ayrı yerde basılırdı, sadece selafon, pilyaj, kırım, cilt yapan sayısız atölye vardı. Hamalların sırtlarında yapılan bu taşınmaya, koltuklarının altında montajlar, kalıplar olan çıraklara günün her saatinde rastlayabilirdiniz. Sahaflara gidip gelirken Cağaloğlu’nda her zaman böyle bir faaliyetle karşılaşırdım. Çok ortalıkta olan bu kitapları, ciltsiz halleriyle bedava okuyabilmek için daha öğrenciyken kağıtların arasında, daima kesik kesik çalışan makinelerin ortasındaydım.
-Ya romanınızdaki ‘Espas’lar?
Espas mesleki bir terim. Daktiloda ‘marj’ denirdi. Ben de eski Cağaloğlu’nu farklı işyerlerinde çalışan karakterler üzerinden anlatırken aralarına bir başlık, hatta küçük bir desenle espas (aralık, boşluk) vermeyi düşündüm. Her biri ayrı bir durak, espasla ayrılmış bölümlerdi.
-Roman, hayatımıza espas koyan 12 Eylül darbesi öncesinde geçiyor. Bu süreç edebiyata yeterince yansıdı mı?
Yalnızca tek bir yönüyle “cezaevi edebiyatı” da diyebileceğimiz daha çok acı deneyimlerin ya da travmaların yansıdığı bir yazın var. Halbuki yaşanan çok daha köklü, toplumsal bir dönüşümdü.
-O döneme tanık olan biri olarak o günleri özlüyor musunuz?
Bir kitabın sadece dizgisi on beş gün, bir ay sürerdi, bugün artık dosyalar elektronik olarak geliyor, yazarını bile görmüyorsunuz, sohbet etmiyor, o heyecanı, tutkuyu, bir kitabın doğum sevincini, paylaşamıyorsunuz. Editörünüzün gözündeki ışıltıyı görmüyorsunuz, her şey o kadar mekanik ki.