Yaprak Dökümü gibi uzun soluklu bir işten sonra son diziniz ‘Gün Akşam Oldu’ ekranlara çok erken veda etti ve uzun bir zamandır sizden ses seda yok. Özlettiniz kendinizi…
Yeni teklifler var tabii ama henüz “Evet” diyebileceğim bir proje gelmedi. Bazı yapımcılar arayıp “Sende bir proje var mı?” diye soruyorlar. 11 yıl aralıksız televizyon dizisi yaptım ama ‘Gün Akşam Oldu’da kırıldım. Çünkü dizi tutmadığı için değil kanalla yapım şirketi arasında çıkan anlaşmazlık nedeniyle kaldırıldı.
Bu konu çok yazıldı çizildi ama yine de bir şey söylemek ister misiniz?
Bu, iki yıl evvelki mesele ama yine de şunu söylemek istiyorum Mezin; hiçbir zaman yapım şirketine “Ben şu parayı istiyorum” demedim. Hiçbir yapımcı arkadaşım çıkıp da “Halil Ergün şu parayı istedi” diyemez. Oynadığım dizilerde reyting anlaşması yapılıyordu ve tutulan dizilerde oynadığım için kendiliğinden belli bir miktara ulaşıyordu aldığım ücret. Burada da öyle oldu. Ben daha önce de o şirketle iş yaptım ve 2 yıl sürdü. Aslında bir sürü teklif vardı ama eski ahbabım olduğu için onunla anlaşma yaptım. Sonra ben peşin para da istemedim. “Koy parayı cebine” dediler. Kanal verdi herhalde. “Halil Ergün peşin para istiyor” diyerek mi aldılar yoksa kendisi mi jest yaptı bilemem. “13 bölüm tutmazsa” diye düşünmedim bile. Çünkü “Tutmazsa şu kadarını iade edeceğiz”demediler. Hiçbir şey demediler. Benim derdim bu… Ben de parayı bankaya yatırdım. Harcamış da olabilirdim o parayı.
Geri mi verdiniz parayı?
O para istendi hem de dolaylı yollardan, ihtarla falan istendi. Keşke direk kendileri isteseydi. Ben asıl buna üzüldüm. Büyük bir miktar gönderdim. İki bölümün parasını vermedim ve kendisiyle de konuştum bunu.
Üzülmüşsünüz bir hayli…
Üzülmemek mümkün mü? Böyle haince bir tavır olabilir mi? Ben kime ne yaptım; kimin tavuğuna ‘kış’ dedim? Öyle şatolar, yatlar, katlar alacak kadar büyük paralar kazanmıyoruz. Kaldı ki 70 tane film çekip kıt kanaat geçindiğimiz, ev kiralamaktan bile korktuğumuz dönemler yaşadık. O zaman da ünlüydük, ödüller alıyorduk. Bu çok tatsız bir durumdu ve çok üzüldüm gerçekten.
2 FİLM PROJESİ VAR
Sinema filmi demişken, beyazperdede de görmek istiyoruz sizi. Özledik çünkü...
En son Ali Özgentürk’le çalışmıştım. Ondan sonra doğru dürüst senaryo gelmedi. Zaten çekilen filmlerin bir kısmı ticari filmler, bir kısmı da sanat filmi. Gençler oynuyorlar genellikle. Bazı senaryoları beğenmediğim için “Hayır” dedim. Ama şimdi 2 proje var. Biri Yüksel Aksu’nun senaryosu. Diğeri de Özgür Fındık’ın Dersim sorununu anlatan bir filmi olacak.
Sosyal içerikli rolleri seviyorsunuz...
Beni meselesi olan filmler ilgilendiriyor. İster şahsi ister toplumsal olsun bir meselesi olsun. Benim için önemli. Ama yine de “Şu filmde oynarım, şu filmde oynamam” gibi bir kısıtlama da getirmem. Komedi de oynarım ama kendimi çok fazla şekillendiremem.
Sizinle ilgili “Halil Ergün’den acı çeken bir baba yaratalım kesin tutar” düşüncesi oluştu biraz sanki… Bu kolaycılık sizin gibi bir oyuncuyu rahatsız etmiyor mu?
Öyle bir etiket var. ‘Türkiye’nin babası’tanımlamasını çok duyuyorum. Yani bu yaştan sonra ya baba ya amca ya dede oynayacağız tabii (gülüyor)
‘Yaprak Dökümü’nde çok acı çektirdiniz bize. Ya hiç mi yüzünüz gülmez? Hep acı hep acı…
(Gülüyor) Doğru. Bir şey söyleyeyim mi; hayatın içinde o kadar çok gülüyorum ki. ‘Çok çocuğun mu var, çok derdin var’ lafı boşuna söylenmemiş inanın. Benim büyükannelerim de böyle söylerlerdi.
ÇOCUK HASRETİ ÇEKTİĞİM OLDU
Bir çocuğunuz olsun istemez miydiniz?
Bir zamanlar çocuk hasreti çektiğim oldu ama çok kalabalık aileyiz biz. Biraz da feodal bir aileyiz. Kucağımda büyüyen yeğenlerim var. Artık istemiyorum.
Neden?
Bundan birkaç yıl önce böyle bir sancı çektim bundan sonra bir kere yaşım nedeniyle istemem. Bana bir şey olursa kime bırakacağım onu. Valla onu boğarlar malı mülkü var diye Allah korusun. Bu yaştan sonra kötülük etmiş olurum çocuğa.
Hâlâ kaçıp sığınabileceğiniz bir baba eviniz var. Bu güzel bir şey değil mi?
Var tabii… 500 yıllık bir Osmanlı ailesinin çocuğuyum. İznik’ten hiç kopmadım. Dedelerimizden kalma topraklarımız var. Yani toprağa bağlı bir aileyiz. Evimizin, ağaçlarımızın geçmişimizle bağları var. Çocukluğumda “Şunu babam dikmişti” diyebileceğim ağaçlar var. Dedemin incir ağacını hatırlıyorum. Bende çok derin izleri vardır. Bunu çok az insan anlar. Şimdi yıkılan o sokaklarda, o evlerde 10 bin tane anım var benim. Çocukluğumu içime çekerek yaşadığım günlerden kalan resimler var. Şimdi bile oturur çizerim o resimleri. Çocukluğunun, ilk gençliğinin, mahrem günlerinin, akıl bari olduğun günlerin, o kuytulukların o evde senin bizim gibi duyarlı insanlar için çok daha anlamlı.
Orada daha mutlusunuz sanki; siz anlatırken öyle hissettim ben…
Evet, çok mutluyum. Oradan hiç kopmadım ki zaten. Yatılı okullar, fakülte yılları, tiyatro, hapishaneler… Her gidişimde ben hep oraya özlemle geri döndüm.
ANNEM BABAM FAKİR DOSTUYDU
Peki, siz yokluk çekmemenize rağmen hayattaki açlığı çok iyi biliyorsunuz. İnsanların yaşadıklarına da duyarlısınız.
Biraz aileden gelen bir şey bu. Annem, babam fakir dostuydu. Evimize herkes girip çıkardı. Annem deli ve dışlanmış bir kadını evine alır ve tırnaklarını keserdi. Bazıları sofraya oturtmazken annem onu yıkardı. İnsanların ter kokusunu biliyorum. Buğday kokusunu, kavun kokusunu çok iyi bilirim. Bir de yaradılıştan gelen bir hassasiyetim var tabii. Soru sormaya erken başlamış bir çocuktum. Ortaokulda dünya klasiklerini okumaya başlamıştım. Tolstoy, Dostoyevski, Balzac, Ömer Seyfettin; say sayabildiğin kadar. Hepsini biliyordum gerçekten.
Soru sormaya başladığınızda başınıza neler geldi?
Çok şey… Her şeyden önce bir taşra çocuğuydum. Bir sürü ‘Lojik’ meselede soru sorma durumundaydım. Ne biyoloji ne anatomi ne filozofi dersi alabildik doğru dürüst. Ezber toplumundan geliyoruz. Sadece ailenin sunduğu geleneksel tatlar içinde olduk belki. 60’lı yıllarda oluşan nispi özgürlük ortamında büyük şairlerle, büyük romancılarla ve yepyeni düşüncelerle tanıştım. O yıllarda lise öğrencisiydim düşünün. 1966 yılında Pertevniyal Lisesi’nden mezun oldum.
Üniversite?
1966 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girdim. Tiyatro tutkum lise yıllarında başlamıştı. Artist olmak değil de sahnede olmakla ilgili bir şeydi. Lisedeyken Bursa’da yarı profesyonel bir tiyatroyla sahneye çıkmıştım. Lise bir turnikedir benim için. Pertevniyal, Haydarpaşa, Bursa Atatürk, Haydarpaşa ve Pertevniyal… Sürekli ‘git-gel’ler… Uzun bir macera o da. İşte arayan çocuğun macerasıdır o. Tiyatro sahnesine çıkmak bitkinliklerimi anlatmaktı sanki. Kendimi ifade etmenin bir yolu olarak çok sevdim tiyatroyu ve bir kadere dönüştü.
Bir ‘toprak çocuğu’ olarak artist olmanızı babanız ve anneniz nasıl karşıladı?
Ayaklarımın yere basması konusunda beni hep tembihlediler. Zaten ben de bunları oyuncu olmak için yapmadım. Kendime bile söylemedim ama ben bir de şarkıcı olmak istiyordum. Çok şarkı söylerdim. Fakülte yıllarında 68’li olduk. Siyasal seçimini yapmışsın, belli saflardasın ve tiyatroyu da o çerçevede yapıyorsun. Sonra Ankara Birlik Sahnesi’ni kurduk. Çok önemli bir tiyatro olayıydı bu. Ardından da 12 Mart geldi zaten.
BİR ANNEMİ BİR DE MAHİR’İ ÇOK ÖZLERİM
Peki, Deniz Gezmiş’le tanıştınız mı hiç?
Tabii… Mahir Çayan’la da yakın dostluğumuz vardı. Yaşı benden büyüktü ama hayatım boyunca ve bugün de sevdiğim, arkadaşımdı. Hâlâ zaman zaman bir Mahir’i bir de annemi çok özlerim. İkisini keşfetmek için yeterince vaktim olmadığını düşündüğümden belki de…
“Yaşamınızdaki en önemli en baskın figür kimdi?” desem ne cevap verirsiniz.
İnanın bana hep kendimdim. Hep kendimle uğraştım, çok saygı duyduğum şeyler oldu. Olabildiği kadar hayatı içtim. Çok farklı alanlardan çok insan tanıdım.
Siz bir oyuncusunuz aynı zamanda bir toprak adamısınız toprak ne öğretti size?
“Topraktan gelip toprağa gideceğiz” derler ya bundan büyük laf olamaz. Yalansızlığın, doğallığın daniskasıdır toprak. Müthiş dili vardır, o dili yakalamazsanız hayatı da yakalayamazsınız.
HİÇ PİŞMAN OLMADIM
‘Keşke….’ desek boşluğa ne koyardınız?
Hiç pişman olmadım ki... Çok yanlışlar yaptım ama pişman olmadım. Hayatıma ait şeylerdi onlar. Zaman zaman “Keşke arkeoloji okusam” diyordum mesela. Objelere, taşa toprağa ve eski eserlere çok tutkunum çünkü.
Yeğenlerinize de çok düşkün olduğunuzu biliyorum…
Yeğenlerime düşkünüm ama asıl kız kardeşlerime çok düşkünüm. Annemin hatırası onlar. Eşleri erken öldü. Feodal bir ailenin kızları oldukları için öyle cazgır da değiller. Ödüm kopuyor onların acı çekmesinden. Çocuklarının kimi başarılı kimi başarısız; onlarla uğraşıyorum. Zaten ailesine bağlı bir adamım. Bir de kadının ağlamasına dayanamam ben mesela, mahvolurum.
Sizi yakından tanıyanlar nasıl bir Halil Ergün portresi çizer?
“İyi adamdır” derler galiba. Yüzbinlerce insan tanıyorum, yüzlerce de arkadaşım var belki ama beni derinlemesine tanıyan insan sayısı 50’yi geçmez.
Sesinizdeki hüzün içinizdeki hüzün mü? Nasıl bir kişidir Halil Ergün?
Yaşamış olmaktan mutluluğum var ama çok mutlu olduğumu söyleyemem ya…
Kendinizi rahat anlatabilen bir insan mısınız yoksa “Beni çözsünler” diye bekler misiniz?
Hiç hesap yapmam…
Şöyle sorayım, kolay çözebilirler mi sizi?
Yok.
AKIP GİDEN SU GİBİ YAŞADIM HAYATI
Hayatı nasıl yaşadınız keskin virajları olan yol gibi mi akıp giden su gibi mi?
Keskin virajlar da olmuştur ama akıp giden bir su gibi yaşadım ben hayatı...
Bir mahcubiyetiniz var sizin. Onu nasıl koruyorsunuz?
Evet, mahcubumdur ben. Edepli büyütüldük. Bir de burun büyüklüğü, şımarma olmaz bizde. Benim annem baskın ve çok sevilen bir kadındı. Ama çok da kahır çekmişti. Hep içine atardı, bu yüzden ben annemi çok geç fark ettim.
‘Ağır abilik’ de var mı biraz?
Ev öyleydi ondan. Annemi çözmeye karar verdim bir gün. Hapisten çıktıktan sonra bir gün uyurken geldi beni öptü. Bir hışırtı, bir nefes…“Yavrum” dedi, açmadım gözümü. Ondan sonra çözmeye başladım annemi. Bir gün bana “Baban bir kez bile giydiğim yeni bir elbiseyi fark etmedi” dedi. Bir kadın olduğunu fark ettim o an. Annem benim… Sonra çok ilişki kurmaya çalıştım hatta “Başka birini için çekti mi?” diye bile soracaktım ama ömrü yetmedi.
Son söz olarak ne söylemek istersiniz?
İnsan kendisine soru sormadan başkalarına soru sormaya kalkmamalı…
HAKKIMI HELAL ETMEM
12 Eylül’de çok acılar çekmişsiniz. Kenan Evren’in yargılanma sürecine nasıl bakıyorsunuz?
Yargılanacak. Kenan Evren konseyin başkanı olarak sivil halkın iradesinden kaynaklanan bir iktidar kurmadı. Darbe ile iktidara gelmişti ve çok ağır uygulamalar yaptı. Ülkede kasırga yaşattılar.
Hakkınızı helal eder misiniz?
Şahsı ile ilgili bir şey söylemek istemem ama o uygulamaya hakkımı helal etmem. Annem babam perişan oldu, ben oradan oraya sürüklendim. Bir erkeğin onurunun iki tane ere teslim edildiği bir ortam düşünün. Sana her türlü işkenceyi yapıyor. Ağzını açtığın an vuruyor. Siz bugüne kadar hiç benim çektiğim işkenceleri anlatarak solculuk yaptığımı gördünüz mü? Onlar benim hayatımın faturasıydı. Solculuğun satışını yapmadım hiç. Bugüne kadar hiçbir yerde konuşmadım ama size bir şey anlatacağım. 12 Mart’ta beni askerde yakalayıp Harbiye’de bir hücreye götürdüler. Deli gömleği giydirip ellerimize ayaklarımıza kelepçe vurdular. Kıyafetim değiştiriliyor. Adam bağırıyor, “Bitlenmişsin” diye. Bitlenme ve fare meselesini yazsam kitap olur –birileri yazdı ya-. Sorguya giderken yanımda bir er var. Gözüm kapalı. Sorgu adamları gidince yanımdaki ere eğildim ve “Burası neresi” dedim. Bu kadar masumane bir soru. Bana vahşi bir ifadeyle öyle bir yumruk attı ki burnumdan kanlar aktı, düşünün artık. O çocuğa “Bunlar düşmandır, bunları bitirin” denmiş.
NE SÖYLEYECEKLERSE YÜZÜME SÖYLESİNLER
Bir televizyon programında “Ak Parti’ye oy verdim” dediniz ve hayatınız değişti değil mi?
Evet linç edildim; ama o programda “Ak partiye oy verdim” demeseydim, bunun hesabını veremezdim kendime. Kendimi affedemezdim. Çünkü oy verdim ve kimseye verecek bir hesabım da yok! Şimdiye kadar insanların belden aşağısıyla, cebiyle, onuruyla hiçbir şekilde oynamadım. Kimseyi incitmedim, zarar vermedim. Bu konuda eminim kendimden. Hata da yapmışımdır, hakkımda olumsuz düşünen de olabilir, eleştirebilirler de; buna ses çıkarmam. Yeter ki arkamdan konuşanlar yüzüme de söyleyebilsinler. Benim de cevap hakkım doğsun. Ya “Sen b.tan bir adamsın” de, beni de ikna et; özür dileyeyim ya da sen özür dile benden. Ama yüz yüze yap bunu. Ak Parti Türkiye’de çok önemli problemleri malzeme yapmaktan çıkardı; hayata uyguladı birçok şeyi.
Sanat camiası dediğimiz yerde ezber bozmanın bedeli ağır galiba?
Bu ülkede eleştiri dışı, söz edemeyeceğim sanatçılar; yazara çizere doğru bakan, bağrı yanmış insanlar; doğru düşünen aydınlar var. Genel olarak ‘Bu değişimi fark etmemek nasıl bir gericiliktir’ diye düşünürdüm. Kendi hayatımda ete kemiğe büründü bu durum. Bu toplumda talebi olan insanlar yaşıyor, ülkenin gerçek sahipleri. Türkiye bir sürece girdi. Tayyip Erdoğan ve partisi bu sürece tercüman oldular. Reddedemeyeceğimiz çok önemli şeyler yaptılar. Ben 12 Eylül’ü yaşamış bir adamım. İşkence hanelerin zulmünü yaşadım. Onurumla oynandı. Böyle günlerden geliyorum. Bunların hesabını sormayacak mıyım? Kim alacak benim hesabı mı? 12 Eylül Anayasası’nın bir kılının bile değişmesi beni ilgilendirir.
Dün Ahmet Kaya Kürtçe şarkı söylemek istediği için linç ediliyordu, bugün ise Kürtçe yayın yapan televizyon açıldı, Kürtçe klipler dönüyor. Buna ne diyeceksiniz?
İnsanların ‘Kürt’ dediği için öldürüldüğü, hapse atıldığı, mahkemelere çıkarıldığı günlerden böyle bir noktaya gelinmiş. Bunun hakkını hiç mi vermeyeceğiz? Böyle bir şey olabilir mi? Seçim sürecinde “Oy versem kime verirdim” diye düşündüm. “Ak Parti’ye verirdim” dedim. “Neden vermiyorsun o zaman” diye sorduğumda ise ‘mahalle baskısı’nı hissettim kendimde. ‘Ama bu kadarı da fazla artık… Bu neyin baskısı, neyin tutuculuğu? Yeğenlerim, arkadaşlarım, televizyonlar linç ettiler ama hiç pişman değilim.
Bir röportajınızda “Dostlarımın terk edeceğini, tek başıma kalacağımı bilsem de yine doğrum neyse onu savunurum. Ezeli muhalifim” diyorsunuz.
Aynen öyleyim.
Bu ezeli bir yalnızlık değil mi aslında?
Bir sanatçının dramıdır bu. Bence insan yaşarken değeri bilinmeli. Öldükten sonra arkasından söylemek yerine yaşarken söylenmeli. Bunu Başbakanımıza da söyledim. Bu saldırılardan sonra bana telefon etti biliyor musunuz? “Aldırmayın” dedi. Benden bir beklentisi mi vardı Başbakanın? Hayır… Beni ne partisine çağırdı ne de akil adamlara, gördünüz. Ama bu kadar saldırıyı hangi vicdan kabul edebilir? TRT’den iş beklediğimi bile söylediler. Yaşım 60’ı geçti bugüne kadar arkamda hiç kimse olmadı biliyor musunuz? Beyler, ağabeyler, dayılarla ayakta kalmadım. Hep hayatı savundum ve hayat beni bir noktaya getirdi. Mesela adımı alkoliğe çıkardılar. Oysa evimde bira bile içilmez. Dışarı yemeğe çıkınca içerim 2-3 kadeh. Eskiden her akşam giderdik. Şimdi gece hayatım da yok. Ayrıca her gece de içsem kimseye hesap verecek halim yok ama ömrümde bir kere bile tek başıma tek bir kadeh içmedim inanın bana. Bunlar beni korkutamaz, yalnız kalmayı göze alırım ama kalbiniz kırılıyor. Farklı düşünen iki insan arasında illa haince bir ilişki mi olmalı? İnsanlaşma süreci ne oluyor o zaman?
Düne kadar birlikte düşünce özgürlüğünü savunduğunuz arkadaşlarınız bunlar?
Evet aynen.