8 Temmuz 2025 Salı / 13 Muharrem 1447

Aşka iade-i itibar

Gazeteci-yazar Gülcan Tezcan, Sağ Yanımda Aşk adını verdiği kitabında, aşkın türlerini, türlü yüzlerini, bilinen isimlerin bilinmeyen hikayelerini anlatıyor. Biz de fikir, sanat ve kültür dünyasının aşklarından bugüne dair bir hikaye buluyoruz kendimize...

ZEYNEP TÜRKOĞLU5 Kasım 2017 Pazar 07:00 - Güncelleme:
Aşka iade-i itibar

Dünyanın en eski mevzularından aşkı nasıl eskitemiyor, ondan nasıl da vazgeçemiyoruz… Kimi içine düşüp per-perişan kendinden geçiyor, olmaz olsun diyor… Kimi nedir, nasıldır, nerededir bu aşk diye etrafına bakınıyor. Öyle veya böyle insan hep tutunacak bir dal peşinde. Tabii bu iş “Al burada yapılmışı var” der gibi “Yaşanmışı var” diye kuru kuruya teselli bulunacak bir şey değil. Yani herkes kendi bildiği, anladığı gibi yaşamak istiyor aşkı. Yaşıyor da… İçindeki, herkesin kendi kabının şeklini alsa da insan kendi aşkını yaşıyor. Masal değil gerçek, hayal değil hakikat… Dün de varmış bugün de yaşarmış böyleleri. Aşkın rengine boyanmış yedi çift kalbin, bir olup göründüğü yedi sevda hikâyesi. Gazeteci-yazar Gülcan Tezcan Sağ Yanımda Aşk’ adını verdiği kitabında, aşkın türlü yüzlerini, bilinen isimlerin, bilinmeyen hallerini anlatıyor. 

- Bu kadar eski ama bu kadar eskimeyen bir şeyle ilgili neden kitap yazılır acaba? 

Cennetten kovulan insanoğluna sonsuzluğu, hakikatini ve özünü hatırlatan bir şey olduğu için belki. Kötücüllüğün, acının, acımasızlığın bu kadar etrafımızı kuşattığı imtihan dünyasında en güçlü tesellimiz. Bu yüzden ısrarla aşk hakkında konuşuyor, aşka dair yazıyor ve şanslıysak âşık oluyoruz.

- Beşeri aşk bir nostalji konusu aynı zamanda. Hani o “Eski aşklar, eski âşıklar şimdi nerede?” dediğimiz şekliyle. Eskide mi gerçekten onlar? 

İlahi aşk ve beşeri aşk diye bir ayrım olmadığını mutasavvıflar, büyükler ısrarla ve tekraren söylüyor. Ancak biz ‘aşk’ deyince kendi cinsimizden olan üzerinden anlıyoruz doğal olarak. Onu da çoğu kez yanlış anlıyoruz. ‘Tutku’dan ibaret bir duygu durumu zannediyoruz. O yüzden ‘eski aşklar’ geçmişte kaldı diye hayıflanıyoruz. ‘Eski aşkların nasıl yaşandığı, insanı nasıl değiştirip, dönüştürdüğü ve büyüttüğünü düşünmüyoruz. Bunun farkında olanlar bugün de ‘aşk’ı böylece yaşıyor.

- Kitapta karşılaştığımız isimler son yüz yılın fikir-kültür-sanat hayatında çok önemli isimler. Ama bu kez, bu bilinirliğin ötesinde bir yönle bakıyoruz. Bu şahsiyetlerin aşk tarafı ne söylüyor size?

Aşkın sabırla, fedakârlık, diğerkâmlık, sadakat ve vazgeçmekle mümkün olacağını söylüyor hikâyesini dinlediğim ve yazmaya çalıştığım kıymetliler. Bugünkü aşkların son kullanım tarihinin üç yılla sınırlanmasının sebebi de bu biraz. Artık insanlar sadece âşık oldukları kişiyi değil hayatlarındaki herkesi, ‘için’ seviyor. ‘Rağmen’ sevemiyor, yüzeysel gerekçeler ortadan kalkınca sevgi de muhabbet de aşk da tükeniveriyor. Hikâyesini kaleme aldığım isimlerin her biri aşk için birbirinin her haline ‘razı’ olan insanlar. Kimi yokluklara katlanmış, kimi uzun yolculuklara. Kimi kendini, hayatını bir yana bırakmış, sevdiği için yaşamış. Bugünün ‘Ben! Ben!’ diye dolaşan insanları için kolay işler değil bunlar.

- Detaylara inelim; hikâyelerden hangisi size göre çarpıcı? Ve ne yönden?

Hepsinde çok dikkat çekici noktalar var. Ama Gülper Savaşçın’ın Halit Refiğ’e olan aşkı bambaşka. Gülper Refiğ, eşinin vefatı üzerinden sekiz yıl gibi bir zaman geçse de hâlâ onunla inanılmaz bir bağı var. ‘Benim canım’ diyerek bahsediyor Halit Bey’den. Ona büyük bir hayranlık duyuyor. Egosu yerle bir oluyor ama öte yandan hayatı inanılmaz bir biçimde zenginleşiyor. Bahsettiğim ruh zenginliği! Halit Refiğ’in entelektüel birikimi, dünyaya bakışı, fikirleri Gülper Hanım’ın müzisyen kimliğini çok daha güzel bir noktaya taşıyor. Gülper Hanım da Halit Refiğ’in hayatının son demlerinde, yaptığı filmleri, başarıları bile görmezden gelecek ölçüde değer verdiği ‘en büyük mutluluğu’ oluyor.

- Günlük aleladeliklerin de adı yer yer aşk diye anılıyor. Aşka iade-i itibar mümkün mü?

Niye olmasın? Bütün kavramlarımızı, kelimelerimizi anlam kaybına uğratıyoruz, kirletiyoruz, içini boşaltıyoruz. Ama aslına döndürmek de hiç zor değil. Sadece aşkın kaynağının kim olduğuna bakmamız ve aşkın gerçekte ne anlama geldiğini hatırlamamız gerekiyor.

‘Benim canım…’

GÜLPER-HALİT REFİĞ

Sadece bir iş arkadaşlığı gibi düşünmek istese de bu tanışıklığın hiç ummadığı bir biçimde çok daha başka, çok daha derin duygulara kapı aralayacağının farkındaymış Gülper. Ama geçmişten gelen korkuları elini, kolunu bağlıyormuş. Doğrusu Halit de onu kısacık bir zamanda hayatına almış olsa da duyguları konusunda alabildiğine ketum davranıyormuş. İlgili ama mesafeli, yakın ama uzak... Adı konulmayan duygular filizlenmeye başlamış gönül hanelerinde.

***

“Merhaba Halit Bey, nasılsınız?”

“Teşekkür ederim efendim, sizler nasılsınız?”

“Film işi nasıl gidiyor?”

“Üzerinde çalışıyoruz. Devam ediyor.”

“Ne güzel. Peki, hanımefendi kim? Tanıştırmadınız.”

“Nişanlım.”

Böylece tanışmış Gülper kendi kendisiyle. Bu bir evlenme teklifi mi? Kabul edilmiş mi? Ne zaman olmuş bunlar hiç bilmiyor Gülper. Kimselere benzemeyen Halit’in evlilik teklifi de benzemiyor kimselere. Emrivaki ile resmiyet kazanmış, bir türlü söze getirmeye cesaret edemedikleri…

‘Sen hep genç kalacaksın…’

BERAT-CAHİT ZARİFOĞLU

Bir gece, toplantının Necip Fazıl’ın evinde olacağını öğrenmiş. Hayatının 11 yılını birlikte geçireceği can yoldaşını orada bulacağını bilmeden gitmiş…

Ve sona doğru kanser… Onulmaz hastalık. Sayısız türü, organlar arasında yayılması, zorlu tedavi süreçleriyle mücadele etmesi zor, yaşattıkları acılı hastalık. Eşine “Ben yaşlanacağım, sen hep genç kalacaksın” diyen Cahit’i, İstanbul Radyosu’nda çalışmaya başladığı sırada yakalamış bu hastalık. Birlikte umreye gitmeyi, gezmeyi düşledikleri sırada, artık taşınmadıkları, yerleştikleri sırada... Masal yarım mı kalacak? İkisi de bu sorudan korkmuş hep. Her yeni tedaviyle umutlanıp her kesilmez ağrıyla ümitlerini kaybettiklerinde korkmuşlar.

-Allah’ın izniyle iyi olacaksın Cahit.

-İnşallah. İmtihanımız böyleymiş.

-Görecek çok günümüz var. Yavrularımız büyüyecek, torun torbaya karışacağız. Torunlarını masalsız bırakmak yakışır mı sana?

-Onlarla da yepyeni masallar kuracağız.

‘Hayat arkadaşım…’

İSMET-MEHMET AKİF ERSOY

Hep uzakta, hep yollarda ve her daim özlenen bir eş, hasret çekilen bir baba Mehmet Akif. En hüzünlü gidişi Mustafa Kemal tarafından Millî Mücadele’ye destek vermek üzere Ankara’ya çağrıldığında olmuş. “Vatan, denilince serden de yardan da geçecek herkesin omuz omuza verme vaktidir” deniliyormuş kâğıtta. 

Her şeyin meçhul olduğu gecelerde veda etmek daha zordur. Çocukları uyandırmış hemen. Babalarının gidişine alışkın olan Suad, başka türlü bir gidiş olduğunu anlamış. Ağlamışlar o gece ayrılırken, sımsıkı sarılıp ağlamışlar…

Kurtuluş Savaşı’nın ardından bir özgürlük madalyası gibi İstiklal Marşı’nı bütün zarafetiyle memleketinin yakasına takan Mehmet Akif, cumhuriyetin ilanından sonra hiç ummadığı şeylerle karşılaşmış. Millî şair, devletiyle kavga etmeyi kendine yakıştıramadığından gönüllü sürgünü seçmiş. Yıllar sonra vatanına dönen Dede Mehmet Akif, İstiklal Marşı’nı yazan şair,  kalemiyle seslenmiş ilk yavrusunun yavrusuna. Bu hem bir hatıra hem de bir veda imiş belli ki...

Ferda kadın! Ferda kadın!

Ben görmeden sevdim seni.

Sen galiba, gördün beni,

Pek ihtiyar, hoşlanmadın!

‘Ah sevgilim, bu nasıl dua’

MEŞKÛRE-AHMET KABAKLI

Kaç gün oldu hastaneye yatalı? Çok da farkında değil. Sanki aylar geçmiş gibi. Hemşireler, doktorlar ilgileniyorlar. Nasıl da yorgun ve bitkin hissediyor kendini. Niye Meşkûre yanında değil? 48 yıl neredeyse aldıkları nefes beraberken neden onu yalnız bırakmış ki...

“Meşkûre’m nerede çocuklar?”

“Gelecek hocam, siz yorulmayın.”

“O beni bu hâllerde bırakmaz bir başıma, siz bilmezsiniz.”

“Merak etmeyiniz hocam, gelecek Meşkûre Hanım, biraz daha toparlanın da. Sizi böyle görürse üzülmez mi?”

Üzülmez olur mu? Bunca yıl üzerine titreyen, gözünden sakınan sevdiceği zaten hastaneye gelirlerken nasıl da perişan olmuştu. Birkaç gün kalmıştı yanında da zor ikna etmişlerdi eve dönmeye. İçi içine sığmıyordur zaten. Ah Meşkûre’m bırakmaz hiç beni...

‘Yeter ki sen yaşa…’

FEVZİYE-CEMİL MERİÇ

Fevziye tam bir adanmışlıkla Cemil’in yeniden okuması, yazabilmesi için âdeta kusursuz bir çalışma düzeni oluşturmuş. Günler, gecelerce dil dökmüş onu gömüldüğü bedbinlikten çıkarmak için. Ne hayaller, ne rüyalar, umutlar sıralamış. Sabırla, şefkatle, muhabbetle sarmalamış dünyası başına yıkılan bu adamı. Öylesine inanmış ve inandırmış ki hem kendini hem onu, hayatın yeniden ve daha kuvvetli yeşereceğine... Bir gün, birden bire beklenen cümleyi kurmuş Cemil. “Yazar mısınız Fevziye.”

‘Mutluluk iyi hislerle ilgilidir…’

ŞİRİN PANCAROĞLU-UTKU DERVENT

“Oraya, bir başka gezegenden gözlem için gelmiş bir gezgin gibiydi. Bakışlarındaki temkin, şaşkınlık ve yabancılık dikkatimi çekmişti ve birkaç gün boyunca da aklımdan çıkmamıştı. Böyle hayret ve dehşet içinde kalması da olağan gelmişti bana” diye hatırlıyor Utku, Şirin’in o günkü hâlini yıllar sonra.

‘Yarım kaldım sen gidince…’

HİCRAN-ERGUN GÖZE

Hukuk Fakültesi’nde tanışmış Ergun Bey ve Hicran Hanım. Başlangıçta birbirleri hakkında ilk intibaları hiç de olumlu değilmiş. Görünüşe aldanıp olabildiğince önyargılı bakmışlar birbirlerine. Tanıdıkça aşka dönüşmüş duyguları. Beğenildiğinin farkındaymış da Hicran Hanım, asıl ‘Sen’ başlığıyla kendisine yazılan şiir başka türlü bir dünyaya uçurmuş kalbini.

ÖNERİLEN VİDEO

Kepçenin temas ettiği binanın çökme anı kamerada

Kapat
Video yükleniyor...