Azad edilmiş Bağdatlı bir köle olan Ziryab (Karakuş) lakaplı Ebu l-Hasan Ali ibn Nafi, daha önce görülmemiş bir yemek kültürünü 9’uncu yüzyılda Endülüs’e tanıtmıştı. Çorbayla başlayıp balık, et ya da tavuktan oluşan ana yemekten sonra meyve ve kabuklu yemişlerle sonlandırılan ziyafetler yani kısaca üç yemekli mönüler, İspanya’ya onun sayesinde girmişti.
Ortaçağ’da Müslümanların yeme alışkanlıkları mevsimlere göre değişiyordu. Kış aylarında daha çok et ile beraber karnabahar, kereviz, kişniş, bezelye, bakla, mercimek ve nohut gibi sebzelerin yanında makarna, kabuklu yemişler ve sert buğday tüketiliyordu. Tatlı olarak ise genellikle incir, kuru üzüm, hurma ve kuru erik yeniyordu. Çeşitli meyve pestilleri, menekşe ve yasemin çiçeklerinden elde edilen içecekler de bu yiyeceklere eşlik ediyordu. Yaz mevsimi geldiğinde ise yeşil fasulye, patlıcan, dolmalık kabak, pirinç, kırmızıturp, havuç, salatalık gibi sebzeler; tavuk, hindi veya kırmızı et ile birlikte tüketiliyordu. Yaz tatlıları; şeftali, kavun, dut, kiraz, üzüm, karpuz gibi yaz meyvelerinden yapılıyordu. Limon, gül, zencefil ve rezene şerbetlerinden yapılan içecekler de insanları sıcak yaz gecelerinde ferahlatıyordu. İşte bütün bu üç yemekli sofra mönülerinin masa örtüsü kullanılarak misafirlere ikram edilmesi ilk kez Ziryab tarafından Avrupa’ya tanıtılmıştı.
İLAÇ DA İTHAL EDİYORLARDI
Avrupa’daki aristokratik aileler kısa zamanda Müslümanların yemek kültürüne alışmış, Ortadoğu’dan gemilerle getirilen reçel, konserve, pirinç ve un gibi gıdalara rağbet giderek artmıştı. Hatta bu aileler yemek sonrası mideyi rahatlatacak bir çeşit müshil ilaçlarını dahi sipariş etmeyi unutmuyordu. O dönemlerde Danimarka’da çok az çeşit ürün yetiştirilebildiği göz önünde tutulursa burada tüketilen envai çeşit hamur işlerinin asıl kaynağının neresi olduğunu tahmin etmek herhalde güç olmayacaktır. 13’üncü yüzyılda yazılmış bir anonim yemek kitabında (Endülüs’te Yemek Tarifleri) geçen üç yemekli mönülere şöyle bir örnek verilmiş: Etli lahana çorbası, güveçte rosto, emir zerdesi (tatlı) ve nar şerbeti...
İSRAF NE ZAMAN BAŞLADI?
Anadolu mutfağındaki yemek çeşitleri hakkındaki mevcut bilgilere Selçuklulara ait vakfiyelerden ulaşmak mümkün. Diğer bir kaynak da tıp alanında yazılmış eserler ki bu belgelerden hastalara verilecek perhiz yemeklerini öğrenebiliriz. Selçuklular ve Osmanlı’nın ilk dönemleri, misafirlere tek çeşit yemeğin sunulduğu, aza kanaat edildiği yıllardı. Osmanlı imarethanelerinde sabah ve akşam olmak üzere sadece iki öğün verilirdi. Haftanın bazı günlerinde yemeklere et takviyesi yapılır, genellikle kandil ve bayram günleri de tatlı verilirdi. Ancak Avrupa ile ilişkilerin yoğunlaşmasından sonra sofraya konan yemek çeşitleri artmış, kimse tek çeşit yemeğin konduğu sofralara oturmaz olmuştu. Üstelik bu yeni adet sadece zengin ailelerin değil orta halli ailelerin bile sofralarında görülmeye başlamıştı. Yemek israfının hat safhaya ulaştığı günümüzde ise durumun vahametini anlamak için sadece Ramazan mönülerine bakmamız kanaatımızca yeterli olacak.
MİDE HASTALIKLARI YAŞAMIYORLARDI
Anadolu’daki yemek kültürü ile ilgili bilgi veren önemli kaynaklardan biri Tabiatname. Bu eser Hekim Bereket tarafından 13’üncü yüzyılda kaleme alınan Tuhfet-i Mübarizi adlı kitabın son bölümünde yer alıyor. Farşçadan Türkçeye tercüme edilen Tabiatname’de, patates ve domatesin dışında peksimet dahil tüm ekmek çeşitleri, etli sebze yemekleri, bal, kaygana, zeytin, peynir, şalgam, sirke ve buna benzer mutfak ürünleri, hamurlu tatlı çeşitleri, ekşi ve tatlı elma, üzüm, armut, incir, hurma gibi onlarca meyve çeşitlerinden bahsedilmiş. Ayrıca o zamanın başlıca doyurucu yemekleri arasında lapa, bulgur pilavı, etli ve etsiz çorba çeşitleri, yağlı börek ve çörek çeşitleri sayılmış. Bu eserde yaklaşık 100 yemek tarifinin yanında mide ve bağırsak bozukluklarını tedavi edecek ilaçlardan da söz edilmiş. Buradan şu anlaşılıyor ki bugün sofralarımız ne kadar zenginse asırlar öncesi de durum neredeyse aynı. Ancak geçmişte insanların daha kanaatkar davrandığı, tek yemek çeşit geleneğinden uzun süre vazgeçmeyip bugünün modern mide hastalıklarına yakalanmadıkları da bilinen bir gerçek.