25 Nisan 2024 Perşembe / 17 Sevval 1445

İki kültürlü bir evde büyüdüm

Türk edebiyatının öykü ustalarından Rasim Özdenören, Maraşlılıktan taviz vermeyen bir anne ve İstanbulluktan vazgeçmeyen bir babanın oğlu olarak dünyaya geldi. Ailesinde iki kültürlülüğü çok yoğun yaşayan Özdenören, dolmanın bile hem Maraş hem İstanbul usulü yapıldığını söylüyor! ‘Ölü doğan’ Özdenören’e annesinin ilgisiyse dillere destan.

1 Ocak 1900 Pazartesi 07:00 - Güncelleme:
İki kültürlü bir evde büyüdüm
ZAMAN TÜNELİ / SELİM EFE ERDEM / [email protected]

SOYAĞACI Dulkadiroğullarına kadar uzanan Ayşe Nezahat Hanım, köklü olduğu kadar sanatçı ve geleneklerine bağlı bir aileden geliyordu. Necip Fazıl Kısakürek ise akrabasıydı. Hakkı Bey’se kuşaklar boyudur İstanbul’da Haliç kıyısında yaşayan ‘Kahveciler’in oğluydu. Memuriyet için gittiği Maraş’ta tanışıp evlendiklerinde ortaya bir Doğu-Batı sentezi çıkmayacak, tam tersine ‘Doğu ve Batılının birlikte yaşadığı’ bir formül doğacak ve bu iki kültür arasında büyüyen iki kız, iki erkek: ikiz çocukları olacaktı. İkizlerden Alaeddin ünlü bir şair, Rasim’se yazar olmadan önce bu iki kültürlü aileyle il il Türkiye’yi dolaşacaktı. Sevimlilik ve girişkenliğiyle ailede Alaeddin daha önce çıksa da anne Nezahat Hanım’ın sevgisi de ‘Ölü doğmuş’ küçük Rasim’e yönelecekti:

“Ben ölü doğmuşum. Ayağımın altını jiletle kesmişler. Oradan akan kanın ardından ağlamaya başlamışım. Alaeddin ciyak ciyak bağırarak dünyaya gelmiş. Alaeddin daha sevimliymiş, kucaktan kucağa dolaşırmış. Ben mahsun kalmayayım diye annemiz bize ihtimam göstermeye başlamış. Anaocağı ile babaocağını birbirinden ayırıyoruz. Çünkü bizim evde anne ve baba tarafı aynı evin içinde olmasına rağmen iki ayrı kültürü beraber yaşadı. Annem Maraşlılıktan, babam İstanbulluluktan vazgeçmedi. Biz de İstanbul ve Maraş kültürünü içselleştirdik. Kültürler farkı mutfakta bile vardı. Dolma yapılacaksa, hem Maraş hem İstanbul usulü yapılırdı. Ama bundan hiç yüksünmezlerdi. Bir sentez doğmadı, herkes kendi usulünü uyguladı. “

ÇOCUKKEN NE KADAR VAHŞİYDİN

‘Nerelisin?’ sorusu bir çocuğun 12 yıl boyunca ‘yabancıların’ yanında ‘suskun’ kalmasına yol açabilir mi? Maraş’tan İstanbul’a gelen henüz beş yaşındaki Rasim Özdenören için bu soru ‘Şivesinin yadırgandığı’ düşüncesiyle gerekmedikçe konuşmamasına neden olacaktı. Maraş’tan İstanbul’a gelip bindiği vapurda yaşanacaktı bu olay: “Kömür dairesinden çıkmış kapkara adamı görünce ‘Baba baba herife bak’ diyerek babamı elimle dürtükledim. Karşısında oturan adam ‘Bu senin çocuğun mu? Ne şivesiyle konuşuyor?’ diye sordu, babam da ‘Annesinin şivesiyle’ yanıtını verdi. ‘Haaaa.. demek ki şive yadırganıyor’ diye düşündüm. Orada şerbetlendim ya eve geldikten sonra da çok mecbur kalmadıkça konuşmazdım. Aradan 12 yıl geçti, Maraş’ta liseyi bitirip üniversite için İstanbul’a geldik. Dedemizden kalma Eyüp’teki ahşap eve gittiğimizde yengem ‘Sen çocukluğundaki gelişini hatırlıyor musun? O zaman ne kadar vahşiydin. Hiç konuşmazdın. ‘Hımm, ıııı derdin’ dedi.‘Benim vahşiliğimden değil, konuşmamın burada yadırgandığını gördüm, ondan konuşmuyorum’ yanıtını verdim. Babanın memuriyeti gereği Maraş’tan sonra, Malatya, Tunceli ve İstanbul şivelerini de öğrenecek ama bu şiveleri aynı nedenlerle çocukluğu boyunca dikkatli kullanacaktı.

YAZMAYA ALİ’YLE BAŞLADIM

Hakkı Bey, o güne kadar ‘Kahveciler’ olarak bilinseler de Soyadı Kanunu sonrasında aileye ‘Özdenören’ adını koymayı tercih etmişti. Babasının ‘kız-erkek karma bulunduğu’ okula göndermediği Ayşe Nezahat Hanım, Alaeddin ve Rasim’e daha ilkokula başlamadan okuma yazmayı öğretmişti. Altı aylıkken yürüyen, dokuz aylıkken konuşan Rasim Özdenören ise adeta ‘Hababam’ gibi sınıfındaki bir arkadaşının teşvikiyle 15 yaşında yazdığı ilk öykünün ardından bugün 55 yılını geride bırakmış bir ‘Devlet Sanatçısı’ yazara dönüşeceğini hiç düşünmemişti: “Annemiz biraz asabi, babamız mülayimdi. Öfkelendiği zaman güzel öfkelenir, bizi biraz ‘okşardı’. Mesala sekiz yaşındayken Malatya’da izinsiz dereye gidip geç dönünce evde dayak yedik. Fakat gene gittik tabii. Babam ‘Ben şimdi annene şunu böyle yap dersem bana öfkelenir, kızar’ diyerek, istediği şeyleri benim üzerimden söylerdi. Maraş Lisesi’ne bizim aile Tunceli’den geliyor. Sınıf arkadaşım olan Erdem Beyazıt’ın babası Pınarbaşı’ndan. Cahit Ankara’dan geliyor ve aynı sınıfta toplantık. Güzel bir örtüşme oldu. Bir arkaaşımız vardı Ali Kutlay diye. Ali bir hikaye yazmış. Erdem ‘Okumak ister misin?’ diye sordu. Ali ‘Sen de bir hikaye yazarsan okumana izin veriririm’ dedi. Akşam eve gidince Ali’ye verdiğim söz üzerine yazmaya başlayınca ilginç şekilde kafamda yazılmayı bekleyen çok sayıda hikaye var olduğunu gördüm.”

MAVERA NASIL DOĞDU?

15 yaşında öykü yazmaya başlayan Rasim Özdener, İstanbul Üniversitesi’nde hukuk öğrenimi görse de sonra gazetecilik okuyarak yazarlığa yönelecekti. DPT’de çalışan Rasim Özdenören, bir yandan da Diriliş, Yeni İstiklal ve Mavera’da Türk edebiyatına önemli katkılarda bulunmuştu. Özdener, Mavera’nın doğuşunu ve ‘Yedi Güzel Adam’ı şöyle anlatıyor:

“1975 yılında Diriliş ve Edebiyat dergileri tatile girmişti. Çevreden bize yeni bir dergi çıkartılması baskısı geliyordu. Cahit Zarifoğlu’yla bir araya geldiğimizde ‘Niye bir dergi çıkarmıyoruz’ dedi. Mavera böyle doğdu. ‘Aşkın, öte, metafizik anlamına geliyor. Ötede olan nedir, Allahtır. Ötenin de ötesindedir. Cahit yedi güzel adamı isim vermeden yazmıştı. Gerçek Yedi Güzel Adam, Alaeddin Özdenören, Akif İnan, Cahit Zarifoğlu, Erdem Beyazıt, Nuri Pakdil, ben ve Sezai Karakoç’tu.

YERLİLİĞİ SORGULAYAN BİR AYRINTI AVCISI

DEVLET Sanatçısı, yazar Rasim Özdenören 55’nci sanat yılını kutluyor. Mavera dergisi ile Türk Edebiyatı’na yön veren isimler arasında yer alan Özdenören ile Maraş’ta başlayıp Amerika’ya kadar uzanan hayatını konuştuk. Özdenören, İstanbullu bir babayla Maraşlı bir annenin oğlu. ‘Senteze dönüşmeyen’ evliliğinde geçirdiği sıradışı çocukluktan ‘Yedi Güzel Adam’dan biri. 50 yıl boyunca kullandığı müstear isme kadar hayatını Zaman Tüneli’ne anlatan Özdener, ‘Ayrıntı avcısı’ olarak biliniyor ve yazılarında ‘Yerli olmak nedir?’ sorularına yanıt arıyor. Özdenören, 1970’de Amerika’ya gidince ölçü algısının değiştiğini anlatıyor: “Uçaktan inip otoparkındaki uçsuz bucaksız otomobilleri görünce şaşırdım. Neredeyse Türkiye’deki kadar otomobil vardı. Her şey böyleydi. Biz yazı için birkaç sayfa alıyorduk onlar bir deste alıyordu.”

PAKDİL VE KARAKOÇ İLE HİÇ KÜSMEDİK

‘YEDİ Güzel Adam’ın daha sonra dağıldığı ve ‘araya küslük girdiği’ yönündeki yorumların gerçeği yansıtmadığını söyleyen Rasim Özdenören “Küslük diye bir şey yok bir kere. Nuri Pakdil’le son zamanlarda çok da sık görüşüyoruz. Sezai Karakoç’un kafasında hepimizin Diriliş’in etrafında toplanmamız şeklinde bir proje varmış. Bu kendi yorumum. Bu yoruma onun yazıp çizdiklerinden, tavırlarından varıyorum. Bana yıllar önce yazdığı bir mektupta ‘Derginin editörü Nuri Pakdil olmalıydı’ dedi. 50 sayfalık mektuplar yazardık. Hece dergisi benim bilgim dışında, bu mektupları yayınladı.” diyor.

MÜSTEAR ADIM GAFFAR TAŞKIN

ASKERLİĞİNİ yedek subay olarak Bursa’da yapan Özdenören, 28 Şubat süreci 50 yıllık müstear ismini şu şekilde anlatıyor: “60’lı yıllardan itibaren Gaffar Taşkın olarak yazdım. Kimliğimi gazete yöneticileri biliyordu. 28 Şubat’ta gazeteye baskın yapılmış. İdare amiri ‘Bu adam kim?’ diye sorulduğunda adımı vermiş. İnkar etmedim çünkü suç yoktu. Meğer hapse de girebilecekmişiz. Avukat ‘Bu suçu kabul et, hakimin savcının canı sıkılır, daha ağır ceza alırsın yoksa’ diyordu. ‘Zaten canları sıkılmış, davayı açmışlar. Az daha memuriyetim yanacaktı.”