- Her yılı bir kitapla kapatıyorsunuz. Bunu hızlı bulanlar için ne söylersiniz?
Ben sabah dokuz akşam yedi, günde 10 saat ofisimde çalışıyorum ve sadece bir tek iş yapıyorum.
- Bu düzen ne kadardır böyle?
Yaklaşık 10 yıldır her sene bir kitap çıkarıyorum, her yılbaşında. Haftada bir gün üniversiteye dersime gidiyorum. Onun haricinde diğer günler ofisimdeyim. Senede en az 250 gün buraya geliyorum 2 bin 500 saatte bir kitap yazıyorum. Yani ben senede bir kitap yazmıyorum. Bazen öyle anlaşılıyor her sene bir kitap çıkarıyor falan gibi. Hayır, 2 bin 500 saatte bir kitap yazıyorum. Muhtemelen başka arkadaşlarım da 2 bin 500 saatte yazıyor bir kitabı. Ama onlar 4 senede 2 bin 500 saat bulabiliyorlar kitaba ayıracak. Ben ise bir senede buluyorum.
- 2 bin 500 saati bir seneye sığdırmanın bedeli nedir sizin için? Hayattan çaldığı bir şey var mı?
Sadece haftada bir gün arkadaşlarıma, dostlarıma randevu veriyorum. Onun haricinde ziyaretçi kabul etmiyorum. Akşam yahut haftalık programım kesinlikle benim kontrolümde yürüyor. Hayatıma fazla müdahale edilmesinden de hoşlanmıyorum.
- Askeri disiplin?
Sanki. Bir yerlerden tanıdık gibi. Şöyle düşünüyorum aslında; Allah bana namazdan niyazdan sorar, soracak. Ben onun kuluyum eksiğim vardır yine ona iltica eder derim ki: ‘Ya Rab! Hata ettim, eksiğim var, kusuruma bakma, sen de affedicisin. O kadar bol ki rahmetin’ o da beni affeder. Ama Rabbim bana ‘kulum sana kalem vermiştim, onunla ne yaptın?’ diye sorarsa o zaman boynumu büküp ‘Rabbim kusura bakma’ diyemem. Rabbim bana kalem kullanma nimetini vermiş. Bunu en iyi şekilde yapamazsam Allah benden hesap sorar. Ben bunu ibadet gibi yaptığım için de Allah onu ibadet kabilinden kabul eder diğer eksiklerimi de ona göre siler diye düşünüyorum. Bunun için hayatımı bu çerçevede planlıyorum, ona göre disiplinli bir şekilde çalışıyorum. Hakikaten eski asker olmanın getirdiği disiplin hala hayatımda çok önemlidir. Bir de hedefime hep şunu koyuyorum. Herkes sevdiği işi yapamayabilir. Allah bana sevdiğim işi yapma gibi bir nimet verdi. Ondan tembellik yok. Dolayısıyla kaç romanlık ömrüm kaldı diye yaşıyorum. Ve kaç romanda kaç derdi bu topluma anlatabilirim.
- Bu durumda bu senenin mahsulü olan Abum Rabum’da ne anlatıyor?
Daha önce kitaplarımda hep biyografiler üzerinde gittim. O biyografileri yazmamın sebebi gençlerimizin kendilerine rehber edinecekleri rol modellerin olmayışıdır. Yani bir çocuk büyürken ben ileride falanca olacağım diye bir isim hatırlamak isterse o genelde kendi medeniyetinden olmuyordu. Hedefleri çok yüksek; ben ileride Edison olacağım diyen çocuğumuz vardı belki ama ben Ali Kuşçu olacağım diyen yoktu. Ali Kuşçu olacağım demek için önce Ali Kuşçu’yu; Barbaros olacağım demek için önce Barbaros’u tanımak gerekir. Ben ileride Fuzuli olacağım diye kendisini hazırlayabilmesi için önce onu bilmeli. Biyografileri onun için yazdım. Son birkaç romanımı da bir meseleyi anlatmak, toplumun bir sancısını, bakış açısını değiştirmek, bir görüşün kabulünü sağlayabilmek adına kurguladım. Yani romanlarımın genelde kurguları da konusunu nasıl daha iyi anlatabilirim sorusunun cevabı. Mesela bu son romanım bir polisiye ve CIA, MİT hikayesi. Ben derin devletleri çok bilen bir insan değilim. Ama bazı sorular sormak gerekiyordu. Kudüs neden bugün bu durumda? Mezopotamya toprakları neden hiç durmadan savaşlara sahne oluyor? Neden hep Ortadoğu’da kan akıyor da dünyanın başka yerinde bu kadar yoğun çatışma yok? Neden bütün savaşlar burada yoğunlaştırılıyor? Bundan kim kazançlı çıkıyor, kimin cebine buralardan para giriyor? Burada bir çocuğun kanı toprağa damladığında, Batı’da ya da dünyanın bir yerlerinde kimin biti kanlanıyor? Bunları anlatabilmem için Ortadoğu coğrafyasında bir gezinti yapmam gerekiyordu. Bu gezintiyi Hz. İbrahim’in ayak izlerinde yapacaksam bunu ancak gizli teşkilatların üzerinden yapabilirim diye düşündüğüm için polisiye yazdım.
GELECEK KAVGASI DİN VE TARİH ÜZERİNDEN VERİLECEK
- Ortadoğu’da yaşanan şiddet, işgal ve cinayet meşruiyetini nereden alıyorlar?
Mesele şu; biz Kudüs’e uluslararası ilişkiler, devlet politikası vesaire diye bakıyoruz ama onlara göre bu bir iman meselesi. Orayı elde edebilmek için o bölgenin ekinlerini yakacak, içindeki her şeyi öldürebilecek kadar emirleri var kitaplarında. Bugün dünya üzerinde siyonizmin İsrail’de oynadığı oyunu çok iyi yönetebilmesi için Müslüman inancına ve Kuran-ı Kerim’e dair sayısız araştırma yapan Yahudiler var. Ama hiçbir Müslüman ülkede hiçbir Müslüman araştırmacı Tevrat ne diyor diye araştırma yapmıyor. Bilmem anlatabildim mi derdimi… Yani bu meselelerin çözümü kültürel ve bilimsel tezlerde geçiyor. Yoksa uluslararası Trump diye bir adamın gidip orada başkent ilan ettim demesinden geçmiyor. Bunlar sadece o bölgeye ateş yağdırır. Asıl yapılması gereken Mısır’da mı, Türkiye’de mi, Sudan’da mı, Ürdün’de mi, Filistin’de mi, nerede olacaksa Tevrat’ı alıp didik didik inceleyip bu meseleyi Tevrat ekseninde çözeriz diye yapılacak bilimsel uzun araştırmalardır.
- Tevrat okunduğunda bulacağımız şey bize ne söyleyecek ve nasıl yol göstermiş olacak?
Hz. İbrahim’in mirasına sahip olduğunu söyleyen Tevrat’ın böyle olamayacağını gösterecek. Öldürün emrinin aslında böyle olmaması gerektiğini dünyaya da gösterecek.
- Bu bahsettiğiniz teolojik bir şey mi yoksa tarihi, bilimsel bir şey mi?
Bu bir taraftan Mezopotamya’nın kültürü ile alakalı bir şey bir taraftan bilimsel araştırma. Bugünkü Tevrat diye bildiğimiz Ahd-i Atiklerin ne zaman yazıldıklarından başlayacak bir araştırma konusu. Şimdi ben de şunu söylüyorum; Siyonizm kendisine Filistinlileri hedef gördü, Filistin’den başlayarak bizim Urfa’ya kadar Ortadoğu’daki her yeri benim arzı mev’udum diye programına aldı. Neden bu kadar acımasız İsrail orada? Çünkü Müslümanlar merhamet eder. Bunu biliyor ki, bu adam aynısını bana yapmayacak… Bizde sadece İslam tarihi kürsüleri var ilahiyat fakültelerinde biliyor musunuz? Dinler tarihi kürsüleri var. Ama bizde mesela bir Tevrat, İncil araştırmaları enstitüsü yok. Gidin batıya kaç tane var Kur’an-ı Kerim araştırmaları enstitüsü. Şimdi meseleye böyle bakınca Kudüs’ü biz orada sapan atan çocukla mitralyözü çevirmiş adam arasında her zaman galibi belli bir davanın hep haksız tarafı olarak göreceğiz. Oysa meseleye benim söylediğim açıdan yaklaşmaya başladığımızda dünyanın algısını değiştirebiliriz. Tevrat’ı baştan sona yeniden incelemek gerekiyor, meselenin özü bu. Bugün madem Kudüs üzerinde konuşuyoruz, Hristiyan dünyasının Kudüs’e bakışını da konuşalım. Şudur: Kudüs diye bir şehir var. Hatta haçlı seferlerini bile yapmışız bunun uğruna. İşte Hz. İsa Kudüslü. Hz. İsa keşke New Yorklu olsaydı. Keşke Paris’te doğsaydı. Bu kadardır. Yani Hristiyan dünyanın Kudüs algısı budur.
- Bizi bir derde ortak etmeye çalışırken fazla mı romantik düşünüyoruz? Hristiyanlar için hiç mi manası yok?
Sadece bir hatıra. Neden? Çünkü bugün Hristiyan dünyasında Hz. İsa figürü Ortadoğu’da bir Filistinli gibi giyinen bir adam değil artık. Yani o Filistinli bir Arap olan İsa’yı tanımıyor artık, başka bir İsa tanıyor. O zaman geriye iki toplum kalıyor. Filistin ve İsrail yahut Yahudi dünya ve Müslüman dünya.
- Bu işin dünya siyaseti ve maddi çıkarlar açısından peşinde koşanlar aslında neyin alışverişini yürütüyor?
Şöyle bakmalıyız; Bir tarafta üç bin yıllık bir tarih, bir tarafta otuz bin yıllık bir tarih. Batı üç bin yıllık tarihin, Amerika ise altı yüz yıllık bir tarihin üzerinde oturuyor. Ama Ortadoğu’da bugün ki bombaların düştüğü coğrafyada otuz bin yıllık bir tarih, bir medeniyet var, teknoloji var bilim var. Bugün Ortadoğu da düşen bir bomba bir metrelik bir çukur açıyorsa bir kültürü yok ediyor. İki metre derine gidiyorsa ikinci kültürü yok ediyor, üç metre gidiyorsa üçüncü bir kültürü yok ediyor. Peki o zaman soru şu: Kültür ve sanat yönünden dünyanın en zengin yeri neresi? Mezopotamya. İşte neden orada savaşlar olduğunun birinci sebebi. Neden oraya hiç durmadan ateş yağıyor, neden dünyanın hiçbir yerinde olmayan kavga burada var? Bir; oradaki kültür ve sanatı ipotek altına alıp el koymak için. İki; oradaki daha sonra bendeki kültür ve sanatı yenebilecek olan gücü ortadan kaldırmak için. Palmira diye bir şehir bundan birkaç ay evvel televizyonlara yansıdı. DEAŞ tarafından silahlarla tarandı, biz de kameralarla gördük bunu. Ve haber şöyleydi: Tarihi Palmira kenti yok edildi. Bu haberi şöyle okumamız gerekiyor: Ey dünya! Palmira’da kaçırılabilecek, yağmalanabilecek ne kadar tarihi eser var ise ben bunları buradan götürdüm. Siz de hafızalarınızdan silin ve bir daha hatırlamayın diye DEAŞ elemanlarını gönderdim, kameraları da arkasından gönderdim ki siz bunları yok bilin. Ama yirmi yıl sonra ben onu falanca müzenin vitrininde size parayla gösteririm. Kendi kimliğinizi o zaman ben size parayla satarım.
“İleride Edison olacağım” diyen çocuğumuz vardı ama “Ali Kuşçu olacağım” diyen yoktu. Ali Kuşçu olacağım demek için önce Ali Kuşçu’yu tanımak gerekiyor.
Siyonizm oyununu yönetebilmek için Kuran-ı Kerim’i araştıran Yahudiler var. Ama biz bu meseleyi çözmek için Tevrat’ı didik didik araştırmıyoruz.
Bombaların düştüğü Ortadoğu’da 30 bin yıllık bir tarih, medeniyet var. Her bombada bir kültür yok oluyor. Bu savaşların birinci sebebi işte bu.
Farklı kimliklerle tarihi eserlerimizi kaçırdılar
- Sizin “Geleceğin savaşları kültür üzerinden yaşanacak” dediğiniz o halde gayet somut bir şey?
Hiç şüpheniz olmasın. Şimdi Mezopotamya’ya gelelim. Neden burada kavga sürüyor? Bir tarafta toz duman oluştururken bir tarafta neler gidiyor buradan? 1860’lı yıllarda ilk defa Sümer ve Asur tabletleri Irak topraklarında bulunmaya başladığında Amerika, Fransa, İngiltere, İsviçre ve daha birkaç ülke, hiç durmadan bu bölgeye (Osmanlı ile ilişkileri olmayanlar bile) maslahatgüzar, seyyah, araştırmacı, bilim adamı, Türkolog, Arap filolojisi gibi isimler altında sayısız insan gönderdiler, kaçırılabilen eserler ne varsa getirin dediler. Onların kaçırdıklarından yakalanabilen ya da arda kalan bizim arkeoloji müzesindedir. İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde kaçırılanlardan yakalanabilenlerden çok büyük bir koleksiyon oluşturdu. Peki bugün dünyanın neresinde en çok Sümer tableti var? Philadelphia’da, Louvre’da, British Museum’da. İstanbul Arkeoloji Müzesi dördüncü sırada. Peki çoğunluğun burada olması lazım değil mi? Bağdat Müzesi’nde vardı beşinci koleksiyon. Şimdi Bağdat Müzesi’nde yok. Mesela benim bu romanda yazdığım Hz. İbrahim’e Hz. İsmail kurban edileceği zaman gökten indirilen koçun bir heykeli vardı Bağdat Müzesi’nde. Şimdi yok. Nerede? İki kopyası var. O kadar da güzel bir heykeldir ki. Birisi Amerika’da. Gittim gördüm roman dolayısı ile müzeleri. Sonra o kadar eserin hepsi kaçırıldı. İşte o kaçırılan Sümer tabletleri de hâlâ okunmayı bekliyor biliyor musunuz? Pekiyi okunursa ne olacak? Okudukça algı değişecek. Sümeroloji çalışmaları artık dünyada yavaşlatıldı bilinçli olarak.
- Neden? Böyle bir tarih çalışmasından kim, neden endişe duyar?
Bugün Doğu yani Sümer, Asur, Bağdat uyanırsa Batı kendisine karşı insanlığın gösterdiği prestij ve saygıyı artık görmeyecek. Onun için bu bölgeyi yok etmenin peşinde. Siyonizm de buna çok güzel çanak tutuyor. Petrol ve su kavgası da tabi ki var. Ama onun altında yatan bence asıl neden bir tarih kavgası, bir gelecek kavgası, insanlığın yeni geleceğinin kavgası. Batı diyor ki Roma hukuku diye bir şey var. Roma hukuku bilinmeseydi dünya hercümerç olurdu. Batı bize ‘Roma hukukunu ben icat ettiğim için benim karşımda boynunuzu bükün öyle bekleyin. El pençe divan durun’ diyor. Bu bir algı. Halbuki bizim ve dünyanın birçok üniversitesinde okutulan Roma hukukunun icat edilmesinden 3000 yıl evvel Hamurabi diye bir adam kanunları tabletlere yazdırmış. Urfa müzesinde duruyor. Hamurabi kanunları tableti. Ben bütün bu müzeleri dolaştım. Bütün bu tabletlerin peşinde gezdim. Peki Hamurabi bir kanun adamı mıydı? Hayır değildi. Hamurabi bir kral. Hamurabi Roma hukukundan 3000 yıl evvel kendi ülkesinde şunu söylüyor; “Atalarımızdan bu yana uyguladığımız kanunları yazıya geçirelim.” Atalarından bu yana gelen süreye bakıyoruz, 3000 yıl da o geriye gidiyor. Yani 6000 yıl önce Roma hukukundan daha güzel işleyen kanunları insanoğlu yapmış fakat bugün ‘Dünya kanun ve hukukunu ben elimde tutuyorum’ diyen bir Batı ile karşı karşıyayız.
Tevrat’a göre kendinden olmayanı öldürebilirsin
- Kitabın arka kapak yazısındaki alıntılar Cemil Meriç’in sözünü hatırlattı. Hani Hira Dağı ile Olimpos Dağı’nın çocuklarının karşılaştırılması gibi. Hacer ve Sare’nin çocuklarının meselesi mi bu? Temel ayrışma bu mu?
Biz Müslümanlar olarak meseleye kitabımızın gerektirdiği şekilde şöyle bakıyoruz; Hz. İbrahim’in iki eşi vardı. Hacer validemiz ve Sâre validemiz. Sâre validemiz İshak’ı doğurdu, Hacer validemiz İsmail’i. Kıssayı biliyorsunuz işte İsmail önce doğdu. Sâre Hacer’i kıskandı. Hacer Mekke’ye bırakıldı vesaire. Biz meseleye böyle bakıyoruz ve ikisine de bizim validemiz diyoruz. Ama Tevrat böyle bakmıyor. Tevrat diye bildiğimiz kitap şöyle cümleler kuruyor; “Köle kadının çocukları size hizmet edecek. Siz özgür kadının çocuklarısınız. Köle kadının çocuklarını da öldürebilirsiniz.” Üç dinde öldürmeme kuralı var değil mi? Ama Tevrat cümlelerine göre sadece kendinden olanı öldürmeyeceksin. Biz meseleleri bu açıdan incelemiyoruz. Benim her zaman hayıflandığım bir şey vardır. Bugün Kudüs’te olup bitenler insan hakları, uluslararası ilişkiler, modern dünya siyaseti, politik söylem vesaire bütün bunların dışındadır.
Rüzgarı duymadan yazdığın roman kuru olur
- Nerelerde gezdiniz? Nasıl toparladınız? O fiziki çalışma şartlarının yani İstanbul mesaisinin dışında nerelerde izini sürdünüz?
Her romanımda olduğu gibi bu romanda da romanın geçtiği bütün her yeri dolaştım. Phledelphia’da Sümer tabletlerine, Tokyo’ya, Roma’da Papalığa, Mısır’da piramitlere ve Mısır Müzesi’ne, Mısır Müzesi’ndeki Babil eserlerine… Türkiye içinde Urfa ve Adıyaman’a gittim kitap için. Kudüs’te bir hafta geçirdim. Rüzgarını duymadan, Nil’in nasıl aktığını ve akış sesini hissetmeden ya da orada ki bir gün batımını seyretmeden o yazdığın kuru olabilir. O kuruluğu gidermek için son olarak romanın geçtiği yerlere seyahat yapıyorum.